12 Ekim 2009 Pazartesi

İnsan Hakları Okulu Güz Dönemi Başladı!

İnsan Hakları Okulu Güz Dönemi ilk dersi 10 Ekim cumartesi günü geniş bir katılımla gerçekleştirildi.Hasta Hakları Derneği Başkanı Orhan DEMİR ve Tüketici Hakları Merkezi Başkanı Ömer KESER'in Hak Arama Bilinci içerikli geniş sunumları katılımcıları daha duyarlı olma konusunda aydınlattı.
İkinci ders 17 Ekim Cumartesi Günü Saat:14.00'da MAZLUMDER Genel Başkanı A.Faruk ÜNSAL'ın İnsan Hakları Felsefesi üzerine yapacağı sunum ve Sağlık ve Gıda Hareketi Başkanı Kemal ÖZER'in Gıda Güvenliği ve Helal gıda sunumuyla gerçekleşecektir.





Kur'an Kurslarında Yaş Sınırı Yasağı Devam Ediyor!


Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, başka bir davaya bakarken, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun'a, 1999 yılında eklenen Ek Madde 3'ün birinci fıkrasının üçüncü tümcesi ile ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olduğunu ileri sürerek, Anayasa Mahkemesi'ne başvurmuştu.Anayasa Mahkemesi, 08.10.2009 tarihinde, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanuna 28 Şubat sürecinde eklenen ve Kuran kurslarındaki yaş sınırını düzenleyen maddenin iptalini görüşmüş ve ilköğretim beşinci sınıf öğrencilerinin yaz Kur’an kurslarına gidebilmesine izin veren yasa maddesinin iptali istemini esastan görüşerek reddetmiştir. İptali istenen ek üçüncü maddenin birinci fıkrası üçüncü tümcesinde: "İlköğretimin 5. sınıfını bitirenler için tatillerde ve Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kuran kursları açılır" denilmektedir.Anayasa mahkemesinin bu kararı üzerine kamuoyunda yaş sınırının kalktığı ve ilköğretim 5. sınıftan öncede öğrencilerinin yaz Kur’an kurslarına gidebileceği şeklinde yanlış anlamalar oluşmuştur.Bu yayınlar gerçeği yansıtmamaktadır şöyle ki:Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu İlkoğretim 5. sınıftan önce öğrencilerin yaz Kur’an Kursuna gidebilmesini laiklik ilkesine aykırı bulduğu için iptal isteminde bulunmuştur. Anayasa mahkemesinin bu talebi reddetmesi 5. sınıftan küçük çocukların yaz kur’an kurslarına gidebileceği anlamına gelmemektedir. Kur’an Kurslarında yaş sınırı yasağı 1999 yılındaki hali ile halen devam etmektedir. Anayasa mahkemesi verdiği red kararıyla sadece,yasağın 15 yaşa çıkarılmasını engellemiştir.Anayasa mahkemesinin bu kararı sonrasında yasak dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir. Bütün yurttaşlarımızı sağduyudan yoksun bu yasağın kaldırılması için Mazlumder Ankara Şubesinin başlattığı “Yaş Sınırı Kaldırılsın” kampanyasına katılmaya ve siyasi iktidarı da toplumsal talebe uygun olarak Kur’an Eğitiminde Yaş sınırı yasağını bir an önce kaldırmaya davet ediyoruz.
Üstün BOL
Şube Başkanı


Büyük Birlik Partisi'ne Ziyaret

MAZLUMDER Ankara şubesi tarafından Kuran kurslarına 12 yaş sınırlamasının kaldırılması için başlatılan imza kampanyası kapsamında MAZLUMDER Genel Başkanı Sayın Ahmet Faruk ÜNSAL ve Ankara Şubesi Başkanı Üstün BOL Büyük birlik partisini ziyaret ederek Genel Başkan Sayın Yalçın TOPÇU dan imza kampanyasına destek vermesini istemişlerdir.
Büyük Birlik Partisi lideri sayın Yalçın TOPÇU MAZLUMDER'in başlattığı imza kampanyasını destekleyerek imzasını atmıştır.

5 Ekim 2009 Pazartesi

İnsan Hakları Okulu Güz Dönemi Başlıyor...

MAZLUMDER Ankara Şube tarafından organize edilen İnsan Hakları Okulu Güz Dönemi 10 Ekim 2009 tarihinde başlıyor...
"TÜRKİYE'DE İNSAN OLMAK"
Son Başvuru Tarihi: 08 Ekim 2009(Perşembe)
Ders Başlangıç Tarihi: 10 Ekim 2009 (C.tesi)
Dersler Saatleri: 14.00-17.00
DETAYLI BİLGİ VE BAŞVURULARINIZ İÇİN:
0312 435 77 95
0543 349 05 06




14 Eylül 2009 Pazartesi

Kenan Evren Ve Tüm Darbeciler Yargılansın!

12.09.2009

12 Eylül askeri darbesinin 29. yıldönümünde Bir çok ilde tüm görüşlere mensup kişi ve gruplar tarafından olduğu gibi Ankara’da da darbe karşıtı gösteriler yapıldı.MAZLUMDER Ankara Şube’sinin de içinde bulunduğu 70 Milyon Adım Koalisyonu, Yüksel Caddesi İnsan Hakları Anıtı önünde Kenan Evren ve tüm darbecilerin yargılanmasını vurgulayan Basın açıklamasını sloganlar eşliğinde geniş katılımla gerçekleştirdi

KENAN EVREN VE TÜM DARBECİLER YARGILANSIN!

12 Eylül’den, en şiddetli darbeden bu yana 29 yıl geçti.
Kenan Evren ve arkadaşlarının yaşattığı acılar hala ayakta.
Darbe anayasası hala yürürlükte.
Hala birileri yeni bir darbeye ortam yaratmak için kaos ve provokasyon peşinde.
12 Eylül’ün yarattığı kurumlar değişime karşı direniyor.
Ancak Ergenekon çetesinin üzerine gidilmesi darbelerle dolu geçmişle yüzleşmeyi, darbe defterinin bir daha hiç açılmamak üzere kapatılma isteğini güçlendiriyor.
12 Eylül darbesini yapanlar bugün darbe yapmaya çalışanlardan ayrı düşünülemezler. Bugünkü darbecilerin bir kısmı Ergenekon Davası’nda yargılanıyorlar. Bu nedenle 12 Eylül Darbecilerinin yargılanmasını isteyen bizler Ergenekon Davası’nın da sonuna kadar devam etmesini, günümüzde darbe yapmaya çalışanların hepsinin cezalandırılmasını istiyoruz.
27 Mayısçılar, 12 Martçılar, 12 Eylülcüler, 28 Şubatçılar, 27 Nisancılar hepsi yargılanacak!
12 Eylül’den 29 yıl sonra darbeye karşı alınacak tedbirleri biliyoruz:
Hiç bir favori darbesi olmamak,
Beni vurmayan darbe bin yaşasın dememek,
Senin darben kötü benim darbem iyi hesabına girmemek,
Hangi siyasi görüşten olursa olsun darbeye karşı ortak mücadele etmek,
Darbelerin yıl dönümlerinde geçmişle ilgili belleklerimizi tazelemek,
Darbe günlerinde henüz doğmamış kuşakları darbe afetine karşı bilinçlendirmek.
50 kişiyi asan, “asmayıp da beslese miydik” diyen, yüz binlerce insanı işkenceden geçiren, binlercesini yıllarca hapiste tutan, Türkiye’de yaşayan herkesin hayatlarını çalan Kenan Evren’e GATA’da bakan doktorlara sesleniyoruz:
Kenan Evren’e iyi bakın, onu iyileştirin, hayatta kalmalı, yargılanmadan ve yaptıklarının hesabını vermeden bu dünyadan ayrılmamalı.
29. yıldönümünde 12 Eylül darbesini lanetliyoruz.
12 Eylül darbesinden 29 yıl sonra toplum artık darbe istemiyor.
12 Eylül’ün karanlığı yenilecek, demokrasi ve özgürlük kazanılacak, biz darbe karşıtları buna eminiz, hep birlikte bunu başaracağız!

DARBEYE KARŞI 70 MİLYON ADIM KOALİSYONU


İmza Kampanyası 21.000 Ulaştı...

Mazlumder Ankara Şubesi tarafından Kur'an Eğitimlerindeki Yaş sınırının kaldırılmasına dair Türkiye genelinde başlatılan, imza kampanyası 20.000 imzaya ulaştı.Kampanya Ramazan ayı sonuna kadar Ankara Altınpark Anfa A Salonunda kurulan standta ekim ayı içerisinde farklı standlarda devam edecektir.Sanal imzalar için http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/ adreslerinde ekim ayı sonuna kadar desteklerinizi bekliyoruz.



2 Eylül 2009 Çarşamba

Kur'an Eğitiminde Yaş Sınırı Kaldırılsın İmza Kampanyası


Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılarak Kur'ân öğrenimi için 28 Şubat döneminde konulan yaş sınırlamasının kaldırılması istendi. İmza kampanyası başlatan MAZLUMDER Ankara Şubesi, konuyu Meclis gündemine taşımaya hazırlanıyor.

PEDAGOJİK KURALLARA UYMUYOR Yapılan açıklamada Kur'ân kurslarına başlama yaşı olarak belirlenen 12 yaş sınırının pedagojik kurallara da aykırı olduğu belirtildi. 28 Şubat sürecinde emir-komuta zinciri içerisinde alınan kararın din eğitimini engellemek amaçlı olduğu da kaydedildi.

İNSAN HAKLARINA DA AYKIRI Sınırlamanın Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ile BM Çocuk Hakları Sözleşmelerine de aykırı olduğu belirtilen açıklamada, kanunda değişiklik yapılarak söz konusu sözleşmelere uygun hale getirilmesi de istendi.

‘Kur’ân kurslarında yaş sınırı kaldırılsın’

Mazlumder Ankara Şubesi, “Kur’ân kurslarında yaş sınırı kaldırılsın” kampanyası başlattı. Konuyla ilgili olarak yapılan açıklamada, “28 Şubat darbe sürecinde Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılarak Kur’ân kurslarına katılabilme yaşı 12’ye çıkarılmıştır. Bu düzenleme yapılırken pedagojik bilgiye dayanılmamış sadece emir komuta zinciri içerisinde toplumun inançlarıyla savaşılmıştır” denildi. “Bu sorumsuz uygulamaya karşı vefatından hemen önce Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu kanun değişikliği teklifi vermişti. Söz konusu değişiklik teklifi yeni yasama yılı açılışıyla birlikte Türkiye Büyük Millet Meclisinde görüşülecektir” ifadelerine yer verilen kampanya metninde, Kur’ân kurslarına ancak ilköğretimi bitiren çocukların gidebilmesini öngören 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununda değişiklik yapılması için TBMM Başkanlığına sunulan değişiklik teklifi metninde, “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3’üncü maddesinin 1’inci fıkrasının ‘İlk ve ortaöğretim kurumlarında okutulan zorunlu din kültürü ve ahlâk bilgisi dersleri dışında Kur’ân-ı Kerim ve mealini öğrenmek, hafızlık yapmak ve dinî bilgiler almak isteyenler için, Diyanet İşleri Başkanlığınca Kur’ân kursları açılır. Bu kurslardaki din eğitim ve öğretimi kişilerin kendi isteğine, küçüklerin de kanunî temsilcilerinin talebine bağlıdır. Ayrıca küçük yaştaki çocuklar için tatillerde ve Millî Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetiminde yaz Kur’ân kursları açılır’ ifadeleri yer almaktadır.. Mazlumder kampanyasında, bu metne ek olarak Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Kanununun Ek 3’üncü maddesinin 1’inci fıkrası başta olmak üzere din eğitimi ile ilgili kısıtlama getiren her türlü yasal düzenlemenin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 9. maddesi ve EK 1. Protokol 2. maddesi ile BM Çocuk Hakları Sözleşmesi ve diğer uluslar arası sözleşmelere uyumu sağlanarak din eğitimi hak ve özgürlüğünün sağlanacak şekilde yeniden düzenlenmesi talep ediliyor. Bu amaçla Mazlumder Ankara şubesi kanun değişikliğinin TBMM’de görüşülerek yasalaşması için imza kampanyası başlattı. Elektronik imza atmak isteyenler de “http://yassinirikaldirilsin.blogspot.com/” adresinden, ıslak imza atmak isteyenler ise Ramazan ayı boyunca Altınpark ANFA-A salonunda Mazlumder Ankara standında imzalarıyla kampanyaya destek verebiliyorlar. Kampanya sonrası toplanan imzalar, yeni yasama yılı açılışıyla birlikte TBMM başkanlığına sunulacak.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Mazlumder Ankara'da Ramazan Söyleşisi

İçindeki Öküze "Oha" De,Şu Yılgın Türkler,Boş Laflar Antolojisi,...Ve Tanrı Ağladı, Cinnetim Cennetimdir, Yağmur Getiren Fırtına,Çöldeki Penguen,İtin Biri,Zamanın Efendisi Kitaplarının Antimodernist yazarı BÜLENT AKYÜREK MAZLUMDER Ankara Şubesi'nde "Ümmete Sesleniş" söyleşisiyle gerçekleştirildi.Kişisel Gelişim çılgınlığının tartışıldığı söyleşiye geniş ilgi gösterildi.

5 Haziran 2009 Cuma

5 HAZİRAN 2008’DEN SONRA NE DEĞİŞTİ?

Bundan tam bir yıl önce, 5 Haziran 2008 günü Anayasa Mahkemesi “Anayasada türban değişikliği” olarak bilinen iki yasa değişikliğini iptal etti. Değişikliği iptal edilen maddelerde başörtüsü kelimesi dahi geçmiyordu. İki maddeden birisi tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının eğitim alma hakkını garanti ediyor, diğeri ise devlet kurumlarını tüm vatandaşlara hizmet verirken eşit davranmaya zorluyordu. Başörtülü vatandaşların da devlet karşısında eşit muamele görmesini sağlayacak değişiklik laikliğe aykırı bulunarak iptal edildi.

Anayasa değişikliği iptal edildiğinde sanki 5 Haziran 2008 öncesi uygulanan hukuki bir yasak varmış da değişiklik iptali ile yasak hukuki olarak uygulanmaya devam edecekmiş gibi bir hava oluşturuldu.
5 Haziran 2008’in öncesinde başörtüsünü yasaklayan yazılı hiçbir kanun maddesi, anayasa maddesi, TCK’da herhangi bir madde, YÖK kanununda herhangi bir madde bulunmamaktaydı, halen de yok.
5 Haziran 2008 öncesinde Anayasa’nın 13. Maddesi “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın ancak kanunla sınırlanabilir” diyordu, halen de öyle diyor.
5 Haziran 2008 öncesinde başörtüsü yasağı yazılı hiçbir kanuna dayanmadan adeta sözel bir anlaşma ile devlet dairelerinde ve tüm eğitim kurumlarında uygulanıyordu, halen de uygulamaya devam ediliyor.
5 Haziran 2008 öncesinde hiçbir kanun ya da anayasa maddesine dayanmadan başlarını örten kadınların en temel hakkı olan eğitim, çalışma ve devlet hizmetlerine erişimde eşit muamele görme hakkı ihlal ediliyordu, halen de ihlal ediliyor.
Öyleyse Anayasa değişikliğinin iptali ile ne değişti?
5 Haziran 2008’den sonra birçok hak ihlali ile birlikte, bugüne kadar keyfi bir şekilde uygulanan başörtüsü yasağının sürdürülmesinde her yolun mubah olduğu görüldü. Anayasa Mahkemesi TBMM’ni vesayet altına almış oldu, atanmışlar seçilmişlere bir defa daha galebe çaldı. Yasa yapan bir anayasa mahkememiz, yapılan yasayı uygulayan bir millet meclisimiz oldu. Artık kâğıt üzerinde dahi hâkimiyetin kayıtsız, şartsız millete ait olmadığı yargı eliyle ilan edilmiş oldu.
Bu ülkede devlet önünde tüm T. C. vatandaşların eşit olmadığı en yüksek yargı organı tarafından onaylanmış oldu.
5 Haziran 2008 öncesinde Türkiye’de hak mücadelesi veren kitleler TBMM’ne gönderdikleri temsilcileri ile sorunlarına çözüm bulacaklarını düşünüyorlardı. 5 Haziran 2008’den sonra Anayasa Mahkemesi’nin onayı olmaksızın Orman Kanunlarıyla ilgili bir düzenleme yapabilmenin dahi mümkün olmadığı ortaya çıkmış oldu. Toplumun %70’inin üzerinde hemfikir olduğu bir konuda bile son kararın 11 yargıcın elinde olduğunu öğrenmiş olduk.
Peki, bu yasağı kim kaldıracak?
Ne toplumsal uzlaşı, ne TBMM, ne de hükümetin çabası yeterli olamıyorsa, bu ülkedeki kadınların yarıdan fazlasını ilgilendiren bu sorunu kim çözecek?
Her gün binlerce kadının okul kapısında, iş yerinde, sokakta, hayatının her alanında maruz kaldığı bu ayrımcılığı kim durduracak?
Başörtülü kadınların kendilerini baskı altında hissetmemeleri için kim inisiyatif alacak?
Artık hukuksuzluktan hukuki çözümsüzlüğe doğru sürüklenen bu kamburu bu ülkenin sırtından kim kaldıracak?
Bu çözümsüzlükte büyük payı olan 5 Haziran 2008 tarihli Anayasa Mahkemesi kararının yıl dönümünde, bu soruyu bütün vicdan sahiplerine soruyoruz:
Bu adaletsizliğe kim dur diyecek?

AKDER-BAŞKENT KADIN PLATFORMU-İLKDER-MAZLUMDER

19 Mayıs 2009 Salı

MAZLUMDER Ankara Şubesi Sinema Etkinlikleri Devam Ediyor



Bir Simge Olarak ERGENEKON...


Şair Yazar Roni MARGULİES ile Vadi Kitabevi'nde "Bir Simge Olarak ERGENEKON" konulu Söyleşi gerçekleştirildi.

1917'den Günümüze Filistin İşgali

MAZLUMDER Ankara Şubesi olarak İşgalin Yıldönümü dolayısıyla organize ettiğimiz "1917'den Günümüze Filistin İşgali" konulu panelimiz, 14 Mayıs 2009 Perşembe günü MAZLUMDER Üyeleri, Gönülllüleri,Sivil Toplum Kuruluşları ve Basının ilgisi ile gerçekleştirildi. Timetürk Genel Yayın Yönetmeni Turan KIŞLAKÇI, Şair- Yazar Roni MARGULİES, Gazeteci-Yazar Mustafa ÖZCAN ve MAZLUMDER Genel Başkanı Ömer Faruk GERGERLİOĞLU'nun konuşmacılığında 1917'den günümüze Filistin' Tarihçesine, İşgale ve İşgalin Bölgesel Aktörlerine ve İşgalin İnsan hakları boyutlarına deyinildi.



18 Mayıs 2009 Pazartesi

Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu 172 Hafta Basın Açıklaması


16.5.2009

Değerli katılımcılar,

Geçtiğimiz hafta, 14 Mayıs’ta, Filistin’in Siyonist, kapitalist, emperyalist İsrail tarafından işgalinin 61. yıldönümüydü. Aslında işgal 14 Mayıs 1948’de başlamadı. Filistin’in işgali 1917’de ilk Yahudi göçmenler Filistin’e ulaştığında başladı. 14 Mayıs 1948’de başlayan ise devlet terörü eşliğinde özgür Filistin’i yok etmek amacıyla yürütülen sistemli işgaldi. Filistin halkı o tarihten beri “böl ve yönet” taktiğinin en acı manevralarına şahit oluyor; işgal çarkının acımasız dişlileri arasında eziliyor. Yaşanan bu dramla ilgili bırakın bütün dünyayı, İslam ülkeleri bile 61 yıldır bir şey yapamıyor. Kendini dünyanın patronu ilan eden ABD ve onun Ortadoğu’daki uç karakolu İsrail, hiçbir kuralı, hiçbir yasağı dinlemiyor, bildikleri gibi at koşturuyor.

Hâlbuki 2008 yılının Aralık ayında İsrail’in Gazze’ye uyguladığı insanlık dışı saldırı ve kıyım harekâtı hepimizin vicdanını ayağa kaldırmış ve bizi bir şeyler yapmak için harekete geçirmişti. Harekât durdu. Ancak Gazze’nin İsrail tarafından “açık hava hapishanesi”ne dönüştürülmüş olduğu gerçeği değişmedi. Gazze halkı, ambargo nedeniyle, her türlü zor koşula rağmen üretebildiği ürünleri satamıyor, ihtiyaçlarını karşılayamıyor. Bu geçen süre zarfında bizler de işgal altında olan ülke bizim ülkemiz, kötü hayat koşulları yüzünden ölen, zayıf düşen çocuklar bizim çocuklarımız olmadığı için onları unuttuk. Harekât sırasında hiç olmazsa alışverişlerimizde gözetmeye söz verdiğimiz hassasiyetimizi rafa kaldırdık.

Üstelik bugün yalnızca Filistin değil, başka topraklar da işgal altında. Irak’ta bilfiil Amerikan işgali sürüyor. Burada emperyalizmin tuzakları iyi işliyor, Amerika dökmezse, kardeşler birbirlerinin kanını döküyor. Hepimizin nedense hakkında iyi niyetler beslediği, birtakım olumlu adımlar beklediği yeni Amerikan başkanı, Amerikan devletinin politikalarında büyük bir değişiklik yapabileceğe benzemiyor. Evet! Amerika Irak’tan belik birkaç yıl içinde çekilecek. Ama Afganistan’daki kuvvetlerini arttıracak. Yani Irak halkı yerine Afgan halkının kanı akacak.

Bu arada ne yazık ki Ortadoğu’nun, Arap yarımadasının ekonomik bakımdan refah içinde görünen, petrol rezervlerinin çoğunu elinde bulunduran İslam ülkesi görünümlü devletlerinde ise derin bir gaflet uykusu hüküm sürüyor. Ancak bu ülkelerin şu anda iktidarda olan ve iktidarını muhafaza etmek için etliye sütlüye karışmayan yöneticileri bilmeliler ki, yarın onların topraklarının emperyalist, kapitalist iştahları kabartmayacağının garantisi yok. Bu ülkelerin aydınlarından ise sürekli yeni mazlum halklar doğuran bu güçlere karşı kendi halklarının toplumsal aydınlanmasına katkıda bulunmalarını bekleyebiliyoruz ancak.

Bizler de başka ülkelerin aydınlarına yaptığımız bu çağrı doğrultusunda 172. haftamızda Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu olarak ülkemizde ve dünyada yaşanan hak ihlallerine, adaletsizliklere karşı halkımızı bilgilendirmeyi ve bilinçlendirmeyi kendimize görev addettik. Haftaya bugün, burada, daha adil bir dünyada buluşabilmek duasıyla…


ANKARA İNANÇ ÖZGÜRLÜĞÜ PLATFORMU ADINA
MAZLUMDER ANKARA ŞUBE BAŞKAN YARDIMCISI ESRA DURU

1 Mayıs 2009 Cuma

DANTON: “BİR ADALET PARODİSİ”


(DEVRİM SATÜRN GİBİDİR; SÜREKLİ OLARAK KENDİ EVLATLARINI YER)
Yönetmen :
Andrzej WAJDA
Oyuncular :Gerard DEPARDIEU (Danton), Wojciech PSZONIAK(Robespierre)
Rokand BLANCHE, Partice CHEREAU, Emmanuelle DEBEVER, Krzysztof GLOBISZ, Ronald GUTTMAN, Gerard HARDY, Tadeusz HUK
Oscar ödüllü Polonya’lı yönetmen Wajda’nın en önemli filmlerinden birisi Danton. Film ise İngiliz Film ve Televizyon Sanatları Akademisi (BAFTA) tarafından en iyi yabancı film ödülüne layık görülmüş.
Yönetmen filmiyle ilgili röportajlarda bir doğu-batı denklemi kuruyor ve Danton’un batı’yı, Robespierre’in ise doğuyu temsil ettiğini söylüyor. Ona göre eşitlik, adalet, özgürlük kavramları batıyla bütünleşmiş kavramlar doğu ise bunların tam tersini ifade ediyor. Ancak film dikkatle izlendiğinde iyi olarak tasnif edilen Danton ve arkadaşlarının aslında kötülerle pek çok ortak yanının olduğu da ortaya çıkıyor. Yönetmen muhtemelen ideolojik veya dini duruşuyla ilgili kaygılarını yansıtıyor röportaja ve kendince denklemini film üzerinde sağlamaya çalışıyor.
Yönetmen film üzerinde ustalıklı sahneler inşa etmiş ancak bu inşada Gerard Depardieu’nun katkısını unutmamak gerekiyor. O yüzden film için yönetmenin yanı sıra bir Gerard Depardieu filmi demek çokta yanlış olmaz. Ve fakat seslendirmenin çok kötü olduğunu ve bazı sahnelerde iğrendirdiğini de göz önüne alarak orijinal sesinden altyazılı olarak izlenmesini tavsiye edebilirim.
Film, 1789 ihtilalinin üzerinden birkaç yıl geçmesiyle başlıyor. Danton ve Robespierre devrimi gerçekleştirmiş iki kahramanken devrim ile devrimin ilkeleri arasındaki tercihte yolları ayrılıyor. Danton bu ayrışmada gönüllü bir sürgünü tercih ederek Paris’ten ayrılıyor ve film Danton’un bu gönüllü sürgünden Paris’e dönmesi ve bundan sonraki süreci ele alıyor.
Danton’un sürgünde geçirdiği birkaç yıl içerisinde Paris’te çok şey değişmiştir. Devrim, devrimin ilkelerinin önüne geçmiş, devrim komitesi iktidarını muhafaza edebilmek için tehdit ve tehlike olarak gördüğü herkesi giyotine göndermektedir. Yargının, hukukun ayaklar altına alındığı, basının sürekli kontrol altında tutulduğu sokakta despotizmin ve gizli polisin cirit attığı bu dönemde Danton aslında ölümü göze alarak yurttaşlarına ve devrim komitesine devrimin ilkelerini yeniden hatırlatmayı istemektedir.
Devrim komitesinin ve Robespierre’nin despotizmi ayakta tutmaları içinde her zaman bir gerekçe vardır ve bu gerekçe tarih boyunca bütün toplumlarda karşılık bulmuştur: “ülke çıkarları”, “devrimin yaşaması”, “vatan sevgisi”
Oysa bu kavramlar arkasında korunan aslında devrimin de, ülkenin de, toprakların da önüne geçmiş olan kişisel iktidardır.
Devrim komitesi gücünü ispat etmek, halka hissettirmek ve tehditleri bertaraf edebilmek için güçlü bir gizli polis teşkilatı kurmuştur. Gizli polis yakaladıklarının boynunu yargısız giyotinin dudakları ile öpüştürmektedir. Bu o kadar vaka-i adiyedir ki ekmek kuyruğunda karnesi kontrol edilmek istenilen bir kadın bile giyotinle tanıştırılmaktan korkmaktadır.
Filmin hemen girişinde Robespierre iyice hasta olarak görülür. Bu yönetmenin seçtiği bir kurgudur zira Robespierre iktidarı temsil etmektedir ve asıl hasta olan rejimdir. Özel hayatında hasta olmasına ve ayakta bile zor durabilmesine rağmen kongreye giderken makyajla imaj tazelenmekte, kamuoyuna farklı bir görüntü sunulmaktadır.
Danton Paris’e dönerken aslında sonunun ne olacağını bilmektedir. Şehir meydanındaki giyotini görmesi başına gelecekleri tahmin etmesini sağlar. Ancak; Danton kendi ölümünün yurttaşlarının uyanışına vesile olacağını düşünmektedir ve bu uyanış, diriliş için bedel ödemeye razıdır. Muhaliflerin, halkı isyan ettirerek kongreyi basması fikrini, devrim komitesinin yakalanarak cezalandırılması taleplerini, silahlı bir başkaldırı teklifini bu nedenle hep reddeder. O kanla olacak bir devrimin Robespierre’nin vücudunda şekil bulan devrimle aynı sonuca ulaşacağını ve yozlaşacağını düşünmektedir.
Devrim komitesi Danton’un döndüğünü öğrenir öğrenmez infaz kararını almak ister. Robespierre ise başta Danton’un devrime katkıları nedeniyle ve halk nezdindeki teveccühü nedeniyle ondan uzak durmak ama etrafındaki muhalifleri saf dışı etmek istemektedir. Aslında korkmaktadır, çünkü o bir halk kahramanıdır ve halktan korkmaktadır.
Filme yönetmenin ustalıkla çektiği sahneler damgasını vurmaktadır. Bunlardan bir tanesi Danton ve Robespierre’nin otelde buluşma sahnesidir. Danton baskın bir karakter olarak Robespierre’in kadehini tamamen doldurur. Çünkü o’nun zor durumda kaldığını, kadehteki şarabı döktüğünü görmek istemektedir. Bu aslında kontrolün kendinde olduğunu ve kazananın kendisi olduğunu/olacağını karşısındakine kabul ettirme çabasıdır.
Yine buluşma sahnesinde Danton’un Bruno’ya bütün odaların boşaltılması talimatı vermesi de yönetmenin doğu-batı denklemini tamamen yıkmaktadır. Bruno oteli zevkle boşaltacağını söyler ve bir puro yakar o sırada suratında iktidar sahibi olmanın, güçlü olmanın verdiği çirkin bir sırıtma vardır ve bütün odalara teker teker girerek içeridekileri tekme tokat dışarı atar.
Aslında Danton’un arkadaşları da Robespierre’in kabinesindekilerden farklı değildir. Tek fark durdukları yerdir. Danton iktidar’da olduğunda etrafındakiler iktidar adına Robespierre’in yaptıklarından başka bir şey yapacak değildir!
Bu buluşma Danton’un sonunu getirecek buluşmadır, çünkü O teslim olmamıştır. Buradan sonra bir “Adalet parodisi” başlar.
Kongre üyelerinin Danton ve arkadaşlarının tutuklanması üzerine sergilediği tepki ve bu tepkiye Robespierre’in kürsüden verdiği karşılık dikkat çekici bir vücut dilini ortaya çıkarır. Robespierre kürsü yüksek olmamasına rağmen ve boyu kısa olmadığı halde parmak uçlarında yükselerek konuşmaktadır. Çünkü korkmaktadır! Bundan sonra Danton’un en yakın arkadaşları satın alınmaya çalışılır ve bunda yeterince başarılı da olunur. Yan yana yürüdüğü arkadaşları Danton aleyhine kongrede konuşarak hayatlarını kurtarırlar ve daha da vahimi imzaladıkları ifadeler ile mahkemede söz hakkının alınmasına da neden olurlar.
Mahkeme boyunca Danton ve arkadaşlarının kalpazanlarla, hırsızlarla birlikte mahkeme edilmeleri, güvenilir mahkeme üyesi bulunamadığı için üye sayısının 12’den 7’ye indirilmesi, gazetecilerin not almasının engellenmesi ve mahkeme başkanının satın alınarak ilk celsede idam karının alınmak istenmesi bu parodinin önemli noktalarıdır.
Filmin önemli vurgularından biri ise dezenformasyonun halk kitleleri üzerinde etkisini göstermesidir. Başta sürekli arkasında hissettiği halk desteğini kaybetmiştir Danton. Son duruşma boş salonda yapılır ve artık “Danton’a ölüm” diye bağıran hatırı sayılır bir kalabalık vardır.
Danton ve arkadaşları giyotinle idam edildiklerinde idamı izleyen halktan kimse itiraz etmez ve en küçük bir tepki yükselmez. İdamı Robespierre’e haber verirken halkın tepkisiz kaldığı özellikle vurgulanmaktadır ve idamdan çok halkın tepkisizliği önemsenmektedir. Çünkü idam gerçekleşene kadar halktan korkulmaktadır.
Robespierre/rejim hasta yatağındadır ve ölümünü bir süre daha ertelemiştir. Sadece bir süre daha ertelemiştir!
Danton’da karşımıza çıkan konu 1794’te geçmiş olmasının ötesinde bir genellik ihtiva eder. Dünyanın pek çok yerinde iktidar sahiplerinin ilkelerini bir kenara bırakarak ve vatan millet Sakarya üzerine nasıl bir iktidar kurduğunu hepimiz gözlemlemişizdir. Gerektiğinde bu iktidarı korumak adına darbe yapmak, darbe sürecinde insanları satın almak, satın alınmayanları idam etmek, sorgulanmamak ve hesap vermemek bu toprakların çokta yabancı olduğu şeyler değil.
Film kahramanlarını günümüze uyarlayacak olsak onlarca Robespierre, onlarca polis şefi, onlarca mahkeme başkanı sayabiliriz. Ancak bu ülkede Danton kimdir dediğimizde bir karşılığı yoktur. Çünkü kurtarıcı olarak gördüklerimiz, kendi iktidarlarını kurmak temelinde mücadele etmektedir. Ölmeden önce elde edilecek bir zafer ve ölmeden önce nimetlenilecek bir iktidardır çakma Danton’ların hayali.
Oysa filmde Danton en başından itibaren ölüme gittiğini bilmektedir. Ve ölümünün kendisinden sonra bir dönüşüme neden olacağını düşünmektedir.
Ölümü göze alan ve kendi ölümünden sonra yeşermesi beklenilen bir direniş bu topraklarda yer bulamamıştır. O yüzden sıklıkla muhtıralar ve darbeler yaşamaktadır bu ülke…
Film boyunca pek çok yaldızlı cümle kurmuştur Danton. Bunlardan en güzeli ile bitirelim:
“Şanlı mahkeme! Hırsızların yuvası, şantajcıların, pezevenklerin ocağı! Sana tek bir şey söyleyeceğim. Sen tükürmeye bile değmezsin!”
Üstün bol


Basın Açıklaması

01.05.2009


Geçtiğimiz günlerde Ankara Üniversitesinde afiş asma yüzünden çıkan kavga sonucunda derneğimizin adı etrafında kimi çevrelerce hak etmediği değerlendirmeler yapılmaktadır.
MAZLUMDER kurulduğu 1991 yılından bu yana şiddetle yan yana durmamış, şiddeti kutsamamış, şiddeti bir metot olarak kullanmamış ve kullananlarla yan yana gelmemeye dikkat etmiştir.

MAZLUMDER bireysel silahlanmaya karşıdır ve şiddetin her türüne karşı olduğu gibi silahlı olanını da reddeder.

Üniversiteleri özgür düşüncenin yuvası olarak görür ve kurusıkı dahi olsa üniversitelere silahla girilmesini tasvip etmez.

Bununla birlikte üniversitelerin kimi ideolojik guruplar tarafından parsellenmesinin, kendisi gibi olmayan ve düşünmeyenlerin aşağılanmasının, ötekilerin faaliyet yapması ve bunu duyurmasının engellenmesinin sorgulanması gerekmektedir.

MAZLUMDER bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da yaşanan hak ihlallerine karşı hukuk kuralları çerçevesinde mücadele edecektir.

Mazluma kimliğini sormadan, hangi düşünce, inanç, etnik gruba dahil olursa olsun hakkını koruması, hukukun egemen olması ve adaletin sağlanması mücadelesine devam edecektir.

Saygıyla duyurulur.

MAZLUMDER Ankara Şube Başkanı

Üstün BOL

27 Nisan 2009 Pazartesi

Karşı Muhtıra...


TARIH: 27 Nisan 2007
NO : BA - 08 / 07

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, başta millet egemenliği ilkesi olmak üzere, temel değerlerini aşındırmak için bitmez tükenmez bir çaba içinde olan bir kısım çevrelerin, uzun yıllardır devam eden bu gayretlerini son dönemde artırdıkları müşahede edilmektedir. Uygun ortamlarda ilgili makamların, sürekli dikkatine sunulmakta olan bu faaliyetler; temel değerlerin sorgulanarak yeniden tanımlanması isteklerinden devletimizin bağımsızlığı ile milletimizin birlik ve beraberliğinin simgesi olan milli ve dini bayramlarımıza alternatif kutlamalar tertip etmeye kadar değişen geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır.
Bu faaliyetlere girişenler, halkımızın kutsal dini ve milli duygularını istismar etmekten çekinmemekte, milletimize açık bir meydan okumaya dönüşen bu çabaları laiklik ve Atatürkçülük kisvesi arkasına saklayarak, asıl amaçlarını gizlemeye çalışmaktadırlar. Özellikle kadınların, küçük çocukların ve militarist “memur”ların bu tür faaliyetlerde ön plana çıkarılması, ülkemizin birlik ve bütünlüğüne karşı yürütülen yıkıcı ve bölücü eylemlerle şaşırtıcı bir benzerlik taşımaktadır.
Bu bağlamda;
Cumhuriyet mitingleri adı altında ülkemizin birçok merkezinde prokovatif mitingler tertip edildiği, ancak duyarlı medya ve kamuoyu baskıları sonucu bu faaliyetlerin amaçlarına ulaşamadan söndüğü görülmüştür.
Başta Ankara, İstanbul ve İzmir olmak üzere farklı tarihlerde tertip edilen mitinglerde Antalya, Aydın, Muğla, Mersin ve Çanakkale illerinden bazı grupların katılımı ile sivil toplum örgütü adı altında kadınlar ve çocuklardan oluşan bir koroya çeşitli marşlar okutulmuş, bu sırada Lenin ve Stalin fotoğrafları açılarak mitingleri tertipleyenlerin gerçek amaç ve niyetleri açıkça ortaya konulmuştur.
Ayrıca, ülkemizin pek çok üniversitesinde akademik personele bazı “rektör” isimli memurlar tarafından özgürlüklerin engellenmesi konulu brifinglere katılım emri verildiği, sivil toplum örgütü adı altında silah üzerine yemin ederek tarikatvari bir yapılanmaya gidildiği, bu yapılanmanın silahlı örgüt kurarak kendi kabilesinden olmayanları yıldırmaya çalıştığı, kendisi gibi düşünmeyenleri aşağıladığı ve yine başka yapılanmaların sivil iradeyi yok etmek ve kendi sığ düşüncelerini cebren ve hile ile kamuoyunda kabul ettirmeye çalıştığı bu amaca ilişkin olarak çobanların aşağılandığı, mankenlerin, zenginlerin, gazete patronlarının ve kamu otoritesinde yıllardır bir yerleri işgal eden İT (ittihat ve terakki) çevresinin oylarının birden fazla kabul edilmesi gerektiğini savundukları yolunda haberler de kaygıyla izlenmiştir.
Anılan faaliyetlerin önemli bir kısmının bu tür olaylara müdahale etmesi ve engel olması gereken mülki makamların müsaadesi ile ve bilgisi dahilinde yapılmış olması meseleyi daha da vahim hale getirmektedir. Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür.
Cumhuriyet karşıtı olan ve devletimizin temel niteliklerini aşındırmaktan başka amaç taşımayan bu çalışmalar, son günlerdeki bazı gelişmeler ve söylemlerden de cesaret almakta ve faaliyetlerinin kapsamını genişletmektedir.
Bölgemizdeki gelişmeler, laiklik ile oynamanın ve laikliğin siyasi bir söyleme ve amaca alet edilmesinin yol açabileceği felaketlerin ibret alınması gereken örnekleri ile doludur. Laikliğin üzerine yüklenmeye çalışılan siyasi bir söylem veya ideolojinin laikliği ortadan kaldırarak, başka bir şeye dönüştüğü, ülkemizde ve ülke dışında görülebilmektedir. Ergenekon soruşturmasında ortaya çıkan olayın bunun çarpıcı bir örneği olduğu ifade edilebilir. Türkiye Cumhuriyeti devletinin çağdaş bir demokrasi olarak, huzur ve istikrar içinde yaşamasının tek şartının, devletin Anayasamızda belirlenmiş olan temel niteliklerine ve millet egemenliğine sahip çıkmaktan geçtiği şüphesizdir.
Bu tür davranış ve uygulamaların, Sn. Cumhurbaşkanımızın ve Sn. Başbakanımızın defaatle ifade ettikleri gibi “bir özgürlük rejimi olan cumhuriyete sözde de, özde de bağlı olmak ve bunu davranışlarına yansıtmak” ilkesi ile tamamen çeliştiği ve Anayasanın temel nitelikleri ile hükümlerini ihlal ettiği açık bir gerçektir.
Son günlerde, Sivil Anayasa sürecinde öne çıkan sorun, özgürlüklerin tartışılması konusuna odaklanmış durumdadır. Bu durum, Türkiyeli siviller tarafından endişe ile izlenmektedir. Unutulmamalıdır ki, Türkiyeli siviller bu tartışmalarda taraftır ve özgürlüklerin sarsılmaz savunucusudur. Ayrıca Türkiyeli siviller yapılmakta olan tartışmaların ve olumsuz yöndeki yorumların kesin olarak karşısındadır, Türkiyeli siviller gerektiğinde tavrını ve davranışlarını açık ve net bir şekilde ortaya koyacaktır. Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir.
Özetle özgür ve millet egemenliğine dayalı bir ülkede barışça yaşama anlayışına karşı çıkan herkes Türkiyeli sivillerin düşmanıdır ve öyle kalacaktır.
Türkiyeli siviller, bu niteliklerin korunması için kendisine vicdanı tarafından verilmiş olan açık görevleri eksiksiz yerine getirme konusundaki sarsılmaz kararlılığını muhafaza etmektedir ve bu kararlılığa olan bağlılığı ile inancı kesindir.
Bütün darbecilere duyurulur.


MAZLUMDER Ankara Şube Başkanı
Üstün BOL


26 Nisan 2009 Pazar

Cumhuriyete mi? Ergenekon'a mı Sahip Çıkacaklar?

25.04.2009
Değerli katılımcılar,
Birinci tur cumhuriyet mitinglerinin organizatörleri, bu mitinglerin ikinci turunu 17 Mayıstan itibaren başlatacakları haberini yayıyorlar.

İlki iki yıl önce 27 Nisanda e-muhtıranın açıklanmasından sonra başlatılan cumhuriyet mitingleri birtakım karar alma mekanizmalarını, halkın seçimlerini etkilemek maksadıyla yapılmış ancak sonuç pek de düşünüldüğü gibi olmamıştı. Vatandaşlar arasında gerilim yaratmak, insanları din, sınıf ayrımı güderek birbirine düşürmeye çalışmak, askeri bir darbeye zemin hazırlamak mitinglerin hedefleri arasındaydı ve bu hedeflere neredeyse ulaşılıyordu. Ancak bu mitinglerin ardından insanlarımızın çoğu her türlü baskı ve yönlendirmeye rağmen 70’lerde kendisine kurulan tuzaklara yeniden düşmemek için oldukça özenli davranarak demokrasi, fikir ve inanç özgürlüğü, birbirlerinin inançlarına saygı duyma gibi hasletlerinin ne kadar geliştiğini gösterdi. Üstelik bu mitingler düzenlenirken Ergenekon diye bir örgütün varlığı ortaya çıkmamış, örgütün kadroları, silah depoları, darbe planları kamuoyuna bu kadar geniş çaplı malum olmamıştı.

Biraz önce söylediğimiz gibi cumhuriyet mitingi organizatörleri ikinci dalgayı 17 Mayıs’ta başlatacaklarmış. Başlangıç için Danıştay’a düzenlenen provokatif ve kanlı saldırının yıldönümünün seçilmesi de ilginç. Çünkü geçtiğimiz günlerde Danıştay saldırısının görüldüğü dava her türlü şova rağmen Ergenekon dosyasıyla birleştirildi. Daha önce halkın seçimlerini değiştirmek hedefken yeni miting dalgası yargıyı etkilemeyi başlıca amaç edindi galiba. Ya da belki mitinglerin arkasına saklanarak zincirin henüz ortaya çıkarılmamış halkaları gözden kaçırılmak isteniyor.

İki yıllık sürece şöyle bir bakacak olursak, cumhuriyet mitinglerinde mikrofonu kimselere kaptırmadan aşk ve şevk ile darbe çağrısı yapanlar bugün gözaltında. “Allahımızı çaldılar” diye meydanları inletip “temsili” başörtülü kadınların başörtülerini kürsülerde şov yaparak açanlar bugün gözaltında. İnsanları cumhuriyetin, laikliğin elden gittiği yönünde paniğe itenler bugün gözaltında. Üstelik gözaltındaki bu kişilerin, meydanlara toplamak için bin bir çaba sarf edip reklam kampanyaları yürüttüğü bunca insan üzerinde toplumsal dehşet yaratacak eylemler planladıkları iddiaları ortaya çıktı.

Netice-i kelam, bu süreçten sonraki cumhuriyet mitinglerine katılacak insanların laikliğin, cumhuriyetin kazanımlarını muhafaza edebilmek kaygısıyla meydanlara döküldüğüne inanmak çok zordur. Bu mitinglere katılacak insanlar aslında, yıllardır hemen her kesimin rahatsız olduğu, şimdilerde “Ergenekon” soruşturmasıyla özdeşleştirilen “derin devlet”in devam etmesini isteyecektir. Yani bundan sonra cumhuriyet mitingleri adı altında meydanlara inenler cumhuriyete değil, Ergenekon’a sahip çıkacaklar.

Bu arada 23 Nisan’da Hakkâri’de güvenlik güçlerine taş atan bir çocuğun bir güvenlik mensubu tarafından silah dipçiğiyle dövülmesi tüm Türkiye’yi üzmüştür. Tahriklerin boyutu her ne olursa olsun devlete ve devletin güvenlik güçlerine yakışan itidalli, sabırlı, sağduyulu davranmaktır. Aynı şekilde çocuğuyla, büyüğüyle göstericilerin de barışçıl gösteri hakkını kullanması gerekir. Göstericiler de barışı ve huzuru sabote eden hareketlerden kaçınmalarıdır. Anne babalar bu durumdan mesuldür. Fakat ne olursa olsun devlet yapısı gereği sahip olduğu dengelenemez gücü itinayla ve büyük bir hoşgörüyle kullanmalıdır.

Son olarak biz bugün Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu olarak 169. açıklamamızı yaparken Kocaeli İnanç Özgürlüğü Platformu eylemlerinde 4. yıllarını bitirip 5. yıla giriyor. Kocaeli’ne bugün yapacakları özgürlük yürüyüşünde katılmak üzere Ankara’dan bir heyetle birlikte sevgi ve selamlarımızı da gönderdik. Bütün Türkiye’deki inanç özgürlüğü platformları olarak hak, adalet ve inanç yoluna düşen gölgelere karşı mücadele etmek amacıyla çıktığımız bu yolda kararlı adımlarla yürümeye devam edeceğiz.

Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu Adına
MAZLUMDER Ankara Şube Başkan Yardımcısı Esra Duru

21 Nisan 2009 Salı

Kendi Pimini Çeken Bomba

Anti-Kahraman Örneği Olarak BATMAN:
"The Dark Night"
Bu sunumda size bahis konusu olan batman the dark night filmi hakkında objektif bir değerlendirme yapacağımı söyleyebilirim. Buna ek olarak filmi size tanıtmaya çalışacağımı ve sunumu dinledikten sonra filmi daha iyi anlayacağınızı da söyleyebilirim.

Ama işin aslı şu ki ne ben bu filme objektif olarak bakabilirim ne de siz film bittikten sonra sorularınızın yanıtlandığını düşünebilirsiniz. Aslında olacak olan benim bu filme olan yakınlığımın değerlendirmemi etkileyeceği sizin ise filmden sonra bir sürü kafa karıştırıcı soruyla karşı karşıya olacağınızdır.

Elbette bir anti kahraman mitini anlatmak Hollywood filmleri hakkındaki düşüncelerimi desteklemek için idealdir. Ama ne yazık ki artık Hollywood oluşturduğu sistemin çarklarını bozmayı amaçlayan kahramanları da kendi imal etmektedir. Bizim yapabileceğimiz tek şey ise bu anti kahramanlara ne eksik ne fazla kararında bir yakınlık göstermek ve bu kahramanlarında acımasız emparyalist çarklar tarafından üretildiğini düşünerek çözümleme yapmaktır.

Bir film serisiyle karşı karşıya olduğumuz için öncelikle serinin diğer filmlerinden ve yönetmenimizden bahsetmek istiyorum
Batman
Yapım Yılı 1989 Oyuncular Michael Keaton Bruce Wayne/Batman Jack Nicholson Joker/Jack Napier Kim Basinger
Yönetmen Tim Burton
Bir çocuk ebeveynlerinin Gotham sokaklarında gözleri önünde öldürülüşüne tanık olur. Büyüdüğünde Gotham şehri sakinlerinin gözündeki gizemli Batman figürüdür. Suçla tek başına savaşmaktadır. Ancak ortaya Joker adında beklenmedik derecede güçlü ve tehlikeli bir suçlu çıkar. Milyoner işadamı Bruce Wayne ve fotoğrafçı Vicki Vale işbirliği yaparak şehrin bu beladan kurtulmasını sağlayabilirler mi?
Batman Dönüyor
Batman Returns Yapım Yılı 1992
OyuncularMichael KeatonBatman/Bruce Wayne Danny DeVito Penguen/Oswald Cobblepot Michelle Pfeifer Kedikadın/Selina Kyle Christopher Walken Max Shreck
Yönetmen
Tim Burton
Gotham şehri iki tane farklı suçluyla karşı karşıyadır, Penguen ve KediKadın. Batman bu iki tehlikeyle birden başa çıkabilecek midir? Üstelik birisi şehrin belediye başkanı olmak isteyip diğeri de Batman'i cazibesiyle etkilemişken
Batman ve Robin
Batman & Robin Yapım Yılı 1995
OyuncularArnold Schwarzenegger Mr. Freeze/Dr. Victor Fries George Clooney Batman/Bruce Wayne Chris O Donnell Robin/Dick Grayson Uma Thurman Poison Ivy/Dr. Pamela Isley Alicia Silverstone Batgirl/Barbara Wilson
Yönetmen
Joel Schumacher
Mr. Freeze, Gotham şehrini dondurarak daima kış olmasını istemektedir. Aynı zamanda yeni bir kötü olan Poison Ivy, Batman ve Robin'in karşısına çıkar. Bunların olduğu esnada Batman'in sadık yardımcısı Alfred de ölüm döşeğindedir. Tek kurtuluş anahtarı Mr. Freeze'dedir. Alfred'in yeğeni Batgirl de amcasını kurtarmak için bu işin içine dahil olur
Batman Daima
Batman Forever

Yapım Yılı
1995
OyuncularVal Kilmer Batman/Bruce Wayne Tommy Lee Jones Two-Face/Harvey Dent Jim Carrey Riddler/Dr. Edward Nygma Nicole Kidman
Dr. Chase Meridian Chris O Donnell Robin/Dick Grayson
Yönetmen
Joel Schumacher

Gotham Şehri'nin büyüyen gölgelerinde, iki kötü ruh, intikam için şehrin karanlık koruyucusuna karşı dolaplar hazırlıyorlardı. Yüzü intikam duygusuyla daha da çirkinleşmiş "Two-Face" için "Batman"i öldürmek bir takıntı halini almıştı. Hayal kırıklığına uğramış bir deha olan "Riddler" ise milyarder "Bruce Wayne"i yok etmenin yollarını arıyordu. İkisi birlikte tüm Gotham halkının beyinlerini kontrol etmenin yolunu bulmuşlardı. Onları ancak "Batman" ve yeni ortağı "Robin" durdurabilirdi. Fakat Kara Şövalye kendi çocukluk zamanına rastlayan bir sır yüzünden harekete geçememekteydi. Onu, içinde bulunduğu durumdan ancak yeni bulacağı bir aşk kurtarabilirdi
Batman Başlıyor
Batman Begins

Yapım Yılı
2004
Oyuncular
Christian Bale Bruce Wayne/Batman Michael Caine Alfred Pennyworth
Liam Neeson Ducard Morgan Freeman Lucius Fox Gary Oldman
Yönetmen
Christopher Nolan

Milyoner anne babasının gözlerinin önünde katledilmesi genç Bruce Wayne’de intikam takıntısına neden olan karşı konulmaz bir travma yaratır. Fakat kader bu şansı elinden alır. Ninja tarikatının lideri, tehlikeli ama onurlu bir adam olan Ra's Al-Ghul’e danışmak için Doğu’ya giderek ortadan kaybolmasının ardından geri döndüğünde Wayne; Gotham şehrini organize suç örgütleri ve tehlikeli suçlular tarafından istila edilmiş; miras olarak aldığı şirketi ise ellerinden kayarken bulur…Malikanesinin altında bulduğu mağara ve orijinal zırhlı kıyafet Bruce Wayne'in yeni bir kimliğe bürünmesine yol açar. Artık kötülük yapanların içlerine korku salacak Batman’dir o. Bu yeni kılığı ve polis Jim Gordon’ın yardımlarıyla Batman, mafya babası Don Falcone, uyuşturucu tüccarı Jonathan-korkuluk- Crane ve kendini göstermek için doğru zamanı kollayan, Wayne’e çok da yabancı olmayan, gizemli bir üçüncü şahsın kurduğu çirkin düzeni yıkmak için işe koyulur.
Christopher Nolan
Gerçek Adı
Christopher Johnathan James Nolan
Doğum Yeri
Londra, İngiltere
Doğum Tarihi
30.07.1970
Onu Ünlü Yapan Ne?
Memento (2000) filminin yönetmenidir.
Eğitim
Londra Koleji Üniversitesi, İngiliz Edebiyatı

İlk kısa filmi 'Larceny' 1996 yılında Cambridge Film Festivali'nde gösterilmişti.Filmleri genellikle bir flashback ya da filmin sonundan kareler ile başlar.Filmlerinde Amerikalı karakterleri genelde ingilizler ya da Amerikalı olmayan oyuncular canlandırır.Memento'dan beri filmlerinde aktör Larry Holden ile çalışıyor.Renk körü, kırmızı ve yeşili göremiyorBüyük bir James Bond hayranıİngiliz ve Amerikan vatandaşıSıklıkla Christian Bale ve Michael Caine ile çalışıyor
Yönetmen
The Dark Knight (2008)The Prestige (2006) Batman Begins (2004) The Prisoner (2002) Memento (2001) Insomnia (2001) Following (1998) Doodlebug (1997)
SenaristThe Dark Knight (2008) The Prestige (2006) Batman Begins (2004) Memento (2001) Following (1998) Doodlebug (1997)
Batman i tanımak için öncelikle onun çizgi roman geçmişine bakmak gerekir:

Superman'in başarısından sonra, sonradan DC Comics olacak olan National Publications 'ın editörlerine daha fazla süperkahramanfikri üretme görevi verilir. Sonuç olarak Bob Kane "Bat-Man" karakterini oluşturur.

ilk çizimler Superman tarzındadır, kostüm kırmızımsıdır ve eldiven yoktur. Maskeli balolarda takılana benzer bir maske takan karakter bir ipte sallanmaktadır. Yarasadakine benzeyen sabit iki kanadı vardır ve büyük bir amblem de taşımakadır
Batman'in kişiliği, karakter geçmişi, görsel tasarımı ve ekipmanı da aralarında The Mask of Zorro, The Bat ve Dracula gibi filmlerden, The Shadow, The Phantom, Sherlock Holmes, Dick Tracy, Jimmie Dale, The Green Hornet ve Spring Heeled Jack gibi karakterlerden ve Leonardo Da Vinci'nin bir "uçan makina" çiziminden esinlenmiştir

İlk Batman hikayesi Mayıs 1939'da yayınlandı. Batman Pulp hikayeleri tarzında oluşturulmuştur. İlk zamanlarda Batman'in suçluların öldürülmesine ve zarar görmelerine az merhamet göstermesi ve ateşli silahlar kullanması da bu nedenledir. Yüksek satış rakamları ile de 1940'da kendi ismini taşıyan çizgiroman'a kavuşmuştur

Yazar Dennis O'Neil ve çizer Neal Adams, Batman'in 1960'lardaki absürt karakter imajından kurtarmak ve "gecenin sert intikamcısı" olarak kökenine geri döndürmek için çaba sarfettiler ve filmimze kaynaklık eden hikaye ortaya çıkar:
50 yaşında ve emekli olmuş Batman'in geri dönüşünün anlattığı 1986 tarihli "Batman: The Dark Knight Returns" hikayesi, karakteri karanlık kökenine geri döndürdü. The Dark Knight Returns büyük maddi başarı elde etti ve çizgiroman tarihinde bir kilometre taşı oldu.
Bu tarz konular ve anlatımdaki üslup çizgiromanların çocukların eğlencesi olmaktan uzaklaşmasına ana etkenler oldu.
Yıllar içinde Batman'in orijinal hikayesi, geçmişi ve görünümü/davranışları gerek küçük gerekse de büyük revizyonlara uğradı. Bazı olaylar büyük değişim geçirir iken, ailesinin ölümü ve adeletin peşinde olması gibi olaylar ve konular değişmedi.
Tüm öykülerde Batman, Bruce Wayne'in alt kişiliğidir. Bruce Wayne varlıklı bir playboy, yatırımcı, hayırsever bir işadamıdır ve babası doktor Thomas Wayne ve annesi Martha Wayne'in bir gece sokakta hırsız tarafından öldürülmesinden sonra suçla savaşmaya başlamıştır.
Bruce Wayne, Batman'i Gotham'ın yeraltı dünyasına korku saçmak için oluşturmuştur. Kostüm ve Wayne'in Batman iken davranış tarzı mümkün olduğu kadar heybetli ve korkutucudur. Bruce Wayne yumuşakkalpli ve sorumsuz iken, Batman agresif ve serttir. Görünüm ve kişiliğindeki değişimlere ek olarak, Bruce Wayne aynı zamanda kostümlü iken sesini de değiştirir, Kara Şövalye'nin sesi alçak ve hırıltılıdır. Ve bu çift kişiliklilik Batman in bilinçli bir tür şizofren ruh haline girmesine neden olur.
New York City, Chicago, Boston ve Pittsburgh gibi şehirlerden türetilen Gotham Şehri, Amerika'nın kuzeydoğu körfezindedir. Genellikle kirli, yüksek suç oranlı, çürümüş olarak resmedilen kent, Superman'in parlak, temiz, fütüristik Metropolis'inin zıttıdır. Gotham'ın "News York'un gece hali" olduğu, New York'un geçmişindeki yüksek suç oranına atfen söylenegelmişir. Thomas ve Martha Wayne de şu anda kenar mahalleye dönüşmüş ancak eskiden lüks bir mahalle olan Park Row'da öldürülmüşlerdir. Batman hikayeleri ilk olarak New York şehirinde geçmesine rağmen, sonradan hep Gotham Şehrinde yaşadığı anlatılmıştır. Superman'in Metropolis'i gibi, Gotham da kahramanının karakteristik özelliklerini taşır.

The Dark Night ı incelemeye kahramnımızın yani Batman i diğer çizgi roman kahramanlarından ayıran özelliklerini sayarak başlamak gerekir. Batman diğer kahramanlar gibi saf bir iyilik duygusuna hizmet etmez hatta tamamen iyi bir kahraman bile değildir.

Mekanı yani gotham city bile gothictir. Kaos a açıktır. Karanlıktır. Süperman in dünyası gibi ütaopik değil distopyadır. Batman in halkı gotham halkı nevrotiktir. İki yüzlüdür. Ve acayip pragmatisttir. Her fırsatta batman e sırt çevirir. Onu dışlar.

Batman in savaşındaki öğeler ise nefretle ve intikam duygusuyla beslendir. İşte batman in dünyası böylesine kaotik, sürrealist ama nereden bakarsanız bakın diğer kahramanlardan daha insanidir. İşte bu yüzden batman the dark night bu sunumun konusudur.

Kahramanların taktıkları maskeler onları güzel kadınlardan korumak için olduğu kadar kanunsuz işler yaptıklarının da ifadesidir. Ancak diğer kahraman filmlerinde bu unsur göz ardı edilirken özellikle christopher nolan’ın filmlerinde ki Batman kanunsuz kahraman mitini ortaya çıkarır. Maskesi ise onun bu konudaki en büyük yardımcısıdır.

Yapılan eleştirilerde de belirtildiği gibi Capola’nın The Godfather serisi acımasız mafya ailesini nasıl sofralarımıza beşinci kişi gibi aldırmayı başardıysa Nolan’ın Batman ide aynı yolda yürümektedir. Tabii tek farkla Nolan’ın Batman’ini suç ve masumiyeti ayıran keskin çizgiler olmadığını ve bir o tarafa bir bu tarafa geçtiğinin farkındadır. Bu farkındalık Batman’i kahraman mitine uymak yerine kendi mitini yazmaya yöneltir.

Batman i diğer çizgi roman kahramanlarından ayıran başka bir özellik ise gerçeklik algısıdır. O ne süperman gibi göklerde süzülebilir ne örümcek adam gibi avucunun içinden ağlar fışkırtabilir. Radyo aktif bir tepkimenin ya da gizemli gezegenlerinin yardımıyla değil tamamen bir öç alma duygusunun motivasyonuyla hareket eden çok zeki bir şizofrendir. En büyük yardımcısı bilimdir.

Şizofren ruh hali onun küçükken annesi ve babasını kaybetmesiyle başlayan bir süreçtir. Nolan’ın ortaya çıkarmaya çalıştığı Batman’i daha iyi anlayabilmek için ilk önce elbette ki Batman begins i seyretmeli ve ailesinin gözleri önünde öldürülmesinin onun kişiliğine yaptığı etkiler göz önüne alınmalıdır. Suça duyduğu öfke Bruce wayne i örneğin bir polis olmaya yöneltmez. Çünkü wayne suç kavramının kanun güzüyle önlenemeyeceğini düşünür.

Onun en büyük düşmanı masumiyeti hedef alan hırslardır ve kanun eşitliği savunur. Kanunun savunduğu eşitlik karşısında Batman adaleti ister ve bu yüzden en çok tartışılan kahramandır. Çünkü insan öldürür, çünkü düşmanına acımaz. Bu yüzden de Gotham halkı ona her fırsatta sırtını döner

Batman’in temsil ettiği adalet duygusunu hazmetmek insan fıtratı için inanılmaz zordur. Bu ancak insanın kendini nefsinden sıyırarak manaya ve maddeye canlıya ve cansıza empatik yaklaşarak elde edebileceği bir mefhumdur. Ki zaten bunu başarmak insanı bilge mertebesine yükselten bir olgu değil midir?

İşte Batman insanın içindeki bu potansiyeli görür ancak insanlar bu potansiyellerini kullanmak istemez. Batman bu yüzden beklentileri ve inançları arasında kalır. Bu onu zamanla kendine güvensiz ve şizofrenik, karşı taraftan da bakıldığında acımasız bir kahraman haline getirir.

Batman hep kendisini o maskeden kurtarmak ister aslında. O maske zengin ve yakışıklı bir adamı boğan okyanus gibidir. Kötülerle savaşında evet insanlara yardım etmektedir ama bunu legal yollardan yapmayan dolayısıyla toplumsal kabul görmeyen bir şekilde yaptığı için de gitgide zırhının içinde boğulmaktadır.

Kendi olarak Bruce wayne olarak yaşadığı zamanlarda sanki suyun üstüne çıkıp biraz nefes alır. O suya ait bir canlı değildir aslında. Bir insandır. Ama yeryüzü onu dışlamış ve yaşaması için yaratıldığı topraktan ayırmıştır. Şimdi bu okyanusta kara şovalye gelip kendisini kurtaracak bir kahraman arar.

İşte the dark night da batmanın kahramanı harvey dent isimli genç savcıdır. Bu savcı kanunlara olan inancıyla batmani etkiler. Ya her şey onun zannettiği gibi değilse ya eşitlik adaleti getirebilirse ya bir insan gerçekten iyi olabilirse hırslarından arınabilirse işte o zaman bir kahramana yani batman e gerek yoktur bu da batman in özgürlüğü demektir.

Yani kafasını okyanustan çıkaran batman bu ikili şizofrenin yaşamına son verip yeryüzüne çıkabilir ikinci kez ama bu kez gerçekten doğabilir. Sadece bir insan olarak. Batman in istediği budur. Ancak filmin sonunda anlarız ki insanoğlunun sınavları çok çetindir ve bir yerden sonra harvey dent bile intikamının gölgesi oluverir.

Nolan’ın batman inin karşısında 1980’lerde Jack Nicholson’un hayat verdiği joker vardır. Joker de tıpkı batman gibi bir iç hesaplaşma içerisindedir. Bütün gotham halkına musallat olan ruhsal bozukluklar joker de zirveye taşınır. Joker ruhsal olduğu kadar fiziksel olarak da yaralıdır. Bu yaralarını ve kötülüğünü makyajını arkasına gizler. Bu onu ilk bakışta komik bir adam durumuna düşürür. Ancak bu bir yanılsamadır.

Makyajla yüzüne kondurduğu gülümsemesinin ardında trajik bir hikaye gizlidir. Aslıdan bir değil birden fazla çünkü joker film boyunca “Why so serious” sorusunun arkasından birkaç hikaye anlatır. Bu hikayeler bizim onun parçalanmış kişiliklerini daha iyi anlamamızı sağlar.

Aslında birden fazla neden nedensizliği işaret eder ki filmin izleği de alttan alta bunu barındırır. Yani nedensiz kötülüğü. Peki jokerin kötülüğü neden nedensizdir. Para yahut güç değil kaostur onun istediği.

Joker in hikayesi akla hemen şeytanın cennetten kovulma kıssasını hatırlatır. Joker in de tıpkı şeytan gibi tek yapmak istediği insanın içindeki hırs ve açgözlülüğü ortaya çıkarmaktır. Bunu ortaya çıkardığında kendisini de aklayabilecek ve bu suçların yükümlülüğünü yaratılış a verebilecektir. Bu onun kendisini ve varoluşunu açıklama yöntemidir.

Oysa ki cüzi irade de yaratılışın içindedir ve bize seçim imkanları sunar. Bazı seçimler vardır ki içinde hiç art niyet yoktur ve Allah’ın dünyayı bir tufan yerine çevirmesinden alıkoyan bu gerçektir. Kuluna verdiği cüzi irade ile sonunda kul Allah’ına yaraşır olabilir ve onun için yarattıklarına sadece “işittik ve iman ettik” diyerek teslimiyet gösterebilir. İşte joker in sorunu bu katıksız teslimiyettedir. Tıpkı şeytan gibi.

Nolan diğer batman filmlerinden iki şekilde ayrılır. Birincisi ortaya batman kadar Bruce wayne ve onun iç hesaplaşmalarını da koymasıdır. İkinci olarak o yüzeyselleşen ve dramatizasyondan uzaklaşarak sadece ve sadece kurgu haline gelen bir süper kahramanı anti-kahraman haline getirmesidir. Ki batman i diğer çizgi roman kahramanlarından ayıran en önemli özellik budur.

Batman inanılmaz hüzünlü ve sorunlu bir kahramandır. Bir tarafı Bruce wayne adı altında şımarık, zengin ve dünyada satın alamayacağı hiçbir şey kalmadığı için tatminsiz olan bir adamdır. Diğer tarafı yani kara şovalye olan kısmi ise bir türlü doyuramadığı ve zaman zaman onu iyi taraftan kötü tarafa geçiren bir intikam arzusudur. Bu arzu yaşanamamış çocukluk yılları ve elde edemediği ebeveyn sevgisiyle beslenir. Gotham halkının iki yüzlülüğü ve pragmatist tavırlarıyla da pekişir. Ama gün gelir bir adamın içindeki bu iki kişilik onu şizofren bir anti-kahraman haline getirir.

Nolan tıpkı senaryoya kattığı bu kafası karışık kahraman ve kötü adam tiplemeleri gibi seyircisinin de kafasını karıştırmayı amaçlar. Daha fimin başına birden fazla batman ve birden fazla joker koyar. Bu kişilik bölünmeleri yüzünden bizimde kafamız karışır. Tıpkı filmin hem Michael Mann’i hatırlatan bir suç filmi, hem Martin Scorsese’yi anlatan bir sokak filmi hem de kendi özgün tarzıyla bir kahraman harvey dent ve anti kahraman kara şövalye filmi olması gibi.

Türler iç içe girer, kötü adamlar ve iyi adamlar iç içe girer ve tüm bu karmaşanın içinde joker bize bakarak why so serious der. Böylece bizde film boyunca anarşiyi ve kaosu hissederiz. Tıpkı jokerin hissettirmek istediği gibi ve kendimizi normal hissettiğimiz kadar kahraman olarak da hissedebiliriz. Çünkü batman in olağan üstü güçleri yoktur. Onun sadece parası ve işlek bir zekası vardır.

Batman ve joker birbirlerinden çok farklı gibi görünseler de aslında bir madalyonun iki yüzüdürler. Bunu joker sık sık belirtir. Birbirlerine bağlı olduklarını ve varoluşlarının birbirleriyle ilintili olduğunu anlatır. Hatta joker Batman’e der ki “sen beni tamamlıyorsun” aslında bu bir açıdan doğrudur. Çünkü ikisinin de sorunu sistemdir.

Joker in nedensiz kötülüğünü de, batman’in doyumsuz intikam isteğini de ortaya çıkaran ve besleyen sistemdir. Terk fark batman i anti de olsa bir kahraman, jokeri ise sadist kötü adam yapan bu sistemin sonunun nasıl olacağıdır. Joker sistemin tamamen yıkılmasını ve yerine kaosun hüküm sürmesini talep eder çünkü insanların hak ettiği budur ona göre.onun sorunu yapaylıktır. İnsan eliyle oluşturulan bu sistem yapaydır, joker ise gerçeği arar ve bunu ister. Batman ise sistemin kötü taraflarının belirlenip düzeltilmesini amaçlar. Düştükleri ayrılık onları iki ayrı kutba iter.




Vildan ÖZCAN

16 Nisan 2009 Perşembe

Kot Kumlama İşçilerinin Büyük Dramı

ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu üyesi öğrenciler, 15 Nisan Çarşamba günü kot taşlama işçileri ile dayanışmak ve konuyla ilgili kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla bir toplantı düzenledi. ODTÜ’de yapılan ve çok sayıda öğrenci ile akademisyenin de ilgi gösterdiği toplantıya Mazlumder Ankara Şube Başkanı Üstün Bol ile Başkan Yardımcısı Esra Duru da katıldı.

Kot taşlama daha doğru bir tabirle kot kumlama işçilerinin dramının anlatıldığı 20 dakikalık “Dönüş” belgeselinin izlenmesiyle başlayan toplantıda konuşmacı olarak bulunan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan hazırladığı slaytlarla, kot taşlama işçilerinde görülen silikosiz hastalığı, hastalığın teşhisi, seyri ve işçilerin yasal durumlarına ilişkin bilgiler verdi.
Kumlama yoluyla kot ağartmanın yurtdışında yasak olmasına rağmen Türkiye’de serbest olduğuna dikkat çeken Kılıçaslan, ülkemizde işgücünün ucuzluğu ve bu alanda bugüne kadar herhangi bir düzenleme olmayışı yüzünden uluslar arası firmaların bu iş için Türkiye’yi kullandıklarına vurgu yaptı.

Kılıçaslan, Amerika’da 1930’lu yıllarda Şahin Yuvası denilen bir tünelin açılması sırasında çalışan 7 bin işçiden 400’ünün patlamalar sırasında maruz kaldığı toz yüzünden bu hastalığa yakalanarak öldüğünü anlattı. Kılıçaslan söz konusu görüntülere youtube’dan ulaşılabileceğini kaydetti. Büyük firmaların bu işi taşeronlar eliyle yürüttüğüne dikkat çeken Kılıçaslan, yaptıkları takibatta beşinci taşerona kadar ulaştıklarını ifade etti.

Türkiye’de kot kumlama sırasında kullanılan ve ucuz olduğu için tercih edilen deniz kumunun zararlı madde olan silikayı yüzde 70 oranında barındırdığını ve diğer kumlara nazaran bu işte çalışanlara daha çok zarar verdiğini anlatan Kılıçaslan, kot kumlayan işçilerin astronotlara benzer, kompresörler aracılığıyla dışarıdan temiz hava giren kıyafetler kullanmaları gerektiğini söyledi. Ülkemizde ise bu tip bir kıyafet yerine, işçilerin nalburlarda satılan 3 TL’lik kâğıt maskelerle kendilerini korumaya çalıştıklarını ifade eden Kılıçaslan, işverenlerin kum ziyan olmasın diye havalandırması bile olmayan 1.5 m²’lik hücrelerde bu işi yaptırdığını anlattı.

Hem çalışırken hem uyurken toza maruz kalıyorlar…

Kılıçaslan, çalıştıkları mekânları aynı zamanda uyumak, yemek yemek için de kullanan işçilerin 2-3 ay gibi kısa bir sürede bu hastalığa yakalandıklarını dile getirdi. Meslek hastalığının tanımının aynı işte en az 2 yıl çalışmayı gerektirdiğine dikkat çeken Kılıçaslan, bu işte çalışan işçilerin hastalığa bir kez yakalandıktan sonra bu kadar bile ömürleri kalmadığını ifade etti.

Kılıçaslan, hastaların yoğunluklarına göre Bingöl, Bitlis, Erzincan, Diyarbakır, Kahramanmaraş, Sinop ve Trabzon illerinden çıktığını anlatarak, aynı aileden iki çocuğun birden ya da akrabalar içinde birkaç kişinin aynı hastalığa yakalandığı vakalar olduğunu söyledi. Bu işte çalışanların yüzde 98’inin sigortasız olduğunu, bu nedenle şikâyet mekanizmasını kullanamadıkları gibi sağlık giderlerinin karşılanmadığını, ölümlerinin ardından ailelerine herhangi bir maaş bağlanamadığını bildiren Kılıçaslan, geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanlığı tarafından kot kumlamanın yasaklanması ve bu yönde atılan adımlar sayesinde birtakım iyileşmelerin görülmeye başlandığını ifade etti. Kılıçaslan bu düzenlemeden sonra vefat eden iki işçinin ailelerine maaş bağlandığı bilgisini verdi. Şu anda hastalığı tespit edilen 650 işçi bulunduğunu da dile getiren Kılıçaslan, hastaların birçoğunun da “nasıl olsa öleceğim” diye düşünerek doktora bile gitmediğini anlattı.

Yapılan yayınlar neticesinde işverenlerin paniğe kapılarak kot kumlama atölyelerini dağıttıklarını dile getiren Kılıçaslan, bu süreç sonucunda buralarda çalışan çok sayıda yabancı işçinin de ülkelerine döndüklerini ve hastalıklarının orada ortaya çıkması yüzünden haklarında sağlıklı bilgi edinilemediğini anlattı. Kılıçaslan, ayrıca atölyelerin Suriye, Bangladeş, Çin gibi ülkelere kaydığını ifade ederek, “merdiven altı” diye tabir edilen yasadışı kot kumlama atölyelerinin “küresel fabrikalar” olduğunu söyledi. Kot kumlama işlemini lazerle yaptıklarını ifade eden firmaların yalan beyanda bulunduğunu dile getiren Kılıçaslan, bu yöntemle günlük üretimin 500 adetle sınırlı kaldığını, ancak işçilerin kumlamayı bizzat yapmaları halinde günde 2 bin adet kumlanmış kot elde edildiğini söyledi. Kılıçaslan, üreticilerin, kendisini kumlanmamış kotların para etmediği ve bu piyasada büyük paraların döndüğünü belirterek tehdit ettiğini de sözlerine ekledi.

İşçilerin haklarını ararken işverenlere çok sayıda suçlama yapabileceklerini dile getiren Kılıçaslan bunlardan birinin “kasten ölüme sebebiyet vermek” olduğunu söyledi. Komitenin işçilere ücretsiz hukukî yardımda bulunduğunu hatırlatan Kılıçaslan, aynı tehlikeye teflon, porselen fabrikalarında çalışan işçilerin, diş teknisyenlerinin de maruz kalabileceğine dikkat çekti.

Kılıçaslan çözüm önerisi olarak sigortasız, sendikasız işçi çalıştırılmamasını, yasaların ve yönetmeliklerin gerektiği gibi uygulanmasını gösterdi. Son yasal düzenlemenin önemli olduğuna da dikkat çeken Kılıçaslan, bu işçilerin SGK kapsamına alınması, sağlık giderlerinin karşılanması ve sosyal haklarının verilmesi gerektiğini ifade etti.

Daha sonra soruları cevaplandıran Kılıçaslan, hastalığın seyrinin her hastada farklılıklar gösterdiğini, örneğin askere alınırken yapılan muayenede herhangi bir bulguya rastlanmayan bir hastanın idman sırasında nefes darlığı nedeniyle hayatını kaybettiğini anlattı. Kılıçaslan, köklü çözüm için meslek hastalıkları alanında kalıcı düzenlemeler gerektiğine dikkat çekerek, sendikaların sorunun çözümünde önemli bir rol üstlenebileceğine de vurgu yaptı. Silikanın yanı sıra solventin, toksik maddelerin de işçi sağlığını tehdit ettiğini dile getiren Kılıçaslan, İstanbul’da meslek hastalıkları alanında bir oluşum başlattıkları müjdesini verdi. Kılıçaslan, kot kumlama işçilerinin yaşadığı dram nedeniyle uluslar arası birçok bağlantı kurulduğunu, bu bağlantılar neticesinde örneğin İsveç’in Türk kotlarını boykot ettiğini, konunun İngiltere’de gündeme getirildiğini, TEKSİF’in sorunun İLO’da ele alınması için çaba sarf ettiğini de sözlerine ekledi. Kılıçaslan, başka ülkelerde de böyle atölyeler ve dolayısıyla hasta işçiler bulunmasına rağmen konunun yalnızca Türkiye’de gündeme gelmesinin de sorunun başka bir boyutu olduğunu vurguladı. Toplantı sonrasında hasta işçiler yararına rozet ve cd satışı yapıldı. Toplanan para Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesine iletilmek üzere öğrenciler tarafından Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan’a teslim edildi.

Silikozis nedir?

Silikozis hastalığı, kot kumlama sırasında kullanılan kumun solunum yoluyla akciğerlere, lenflere ulaşması, bağışıklık sisteminin bu yabancı maddeyi yok edebilmek amacıyla etrafını sarması ve ciğerlerde bu şekilde kitlelerin oluşup ciğeri işlevsiz kılmasıyla ortaya çıkıyor. Hastalığın akciğer nakli dışında bir tedavisi bulunmuyor. Ülkemizde akciğer nakli henüz çok yaygın değil ve oldukça pahalı bir yöntem. Genellikle dar gelirli ailelerin, oldukça genç yaşta çocuklarının (ortalama 20-25 yaş) yakalandığı bu hastalık, onları sevdiklerinin gözleri önünde hızla ölüme sürüklüyor. Bu hastalığa yakalanan kişilerde ileri derecede nefes darlığı, terleme, yorgunluk, iştahsızlık görülüyor. İleri aşamalarda hasta yataktan kalkamıyor. Hastalığa yakalanan işçilerin hastalığın ortaya çıkışından sonraki günlerini en acısız şekilde yaşayabilmeleri için de yine oldukça pahalı birtakım ilaçlar ve sağlık araçları gerekiyor.
Ankara Şube Başkan Yardımcısı

Esra DURU

13 Nisan 2009 Pazartesi

“Sivil Anayasa Nasıl Yapılır?”

09.04.2009

Genç Siviller İle Parlamenterler Derneği’nin ortak düzenledikleri “Sivil Anayasa Nasıl Yapılır” Paneli 09.04.2009 tarihinde TBMM’de yapılacakken Meclis Başkanı Köksal TOPTAN’ın vazgeçmesi üzerine Meclis yakınlarındaki Midas Otel’de gerçekleşti.

“Sivil Anayasa Nasıl Yapılır?”

Günümüzün en orijinal, en katılımcı ve demokratik anayasası Güney Afrika’da yazılmıştır. Ayrımcı Apartheid rejimi sona erdikten sonra Güney Afrika Cumhuriyetinin yeni anayasası 1996’da onaylanıp Şubat 1997’de yürürlüğe girdi. Ayrımcılığın en üst düzeyde olduğu, etnik gruplar arasında gerilimlerin sıkça yaşandığı, sosyal eşitsizliklerin ve kutuplaşmaların derin olduğu Güney Afrika gibi bir ülkede sivil anayasa deneyimi başarılı olmuştur. Bunun sebebi düşük eğitim seviyesi ve kültürel farklar yüzünden birbirinden çok farklı öncelik ve özlemleri olan bir toplumun insan haklarına saygılı, demokratik ve bir o kadar da etkili bir metnin etrafında birleştirilmesidir. Bu tecrübe anayasaları çoğunlukla askerî darbeler sonrasında ve darbecilerin etkisiyle kaleme alınan, yıllar sonra ilk defa bu tip etkilerden uzak sivil bir anayasa isteyen Türkiye için çok değerlidir.

Burhan KUZU (Anayasa Komisyonu Başkanı):
Türkiye’de bu sorun anayasayla ilgili sorunlar maalesef 00 yıldır var. Şu an global sorunları tartışmamız gerekirken biz hala aAnayasayı tartışıyoruz. Vatandaşlarımız Anayasa kavramını bilmiyor. 1960’tan sonra 1961 A,Anayasası için “lüks anayasa”, “dar anayasa” denildi. 80’de bu tartışmalar yeniden gündeme geldi. İtirazlar başladı, herkes kısıtlandı. Neden yol alınmıyor? Çünkü anayasayı siviller yaparsa sivil olur sanıyoruz. Zihniyetin sivil olabilmesi için önce kafaların sivil olması lazım, bu durum kıyafet ya da rütbeden kaynaklanmıyor. Darbeye hepimiz karşıyız ama kişiler anayasayı kendine göre yorumluyor. 61 Anayasasına “bak iyi oldu” diyen kesimler oldu. İdam edilenlerin hak ettiğini düşünenler. 1982’de yine aynısı yaşandı. Bu kez farklı kesimlerden aynı tarz tepkiler alındı. Bizim önce bunu aşmamız lazım. Tekrar dile getiriyorum. Kıyafetlerin değil, kafaların sivil olması lazım.

Yeni ve sivil anayasa iki koşulda yapılabilir:
1) Olağanüstü hal olmamalı,
2) Konsensüs olmalı (oy birliği değil, çoğunluğun bir araya gelmesiyle).
Bu iki koşul da sağlanamadı maalesef. Doğru olan sıfırdan bir anayasa yapılması. Şu an anayasanın dili çok kötü. Çelişkilerle dolu. En azından dil düzeltilmelidir. Bu değişikliklerle mümkün olabilir mi? Ben bunu savundum, hiç olmazsa bunu yapalım. Bunda bile çok zorlandık iktidar partisi olarak. Bazı çevrelerce “Ak Parti başörtüsünü serbest bırakıyor, değişmez maddeler değiştirildi” denildi. ”Yeni anayasa kapalı kapılar arddında yapılıyor” denildi. Anayasa değişikliği yapılıyor diye darbe çağrısı mı yapılmalı ya da darbe mi yapılmalı? Bizim yaptığımız Adeğişiklikler bile büyük tepki oluşturdu. Yeni anayasa yapılması imkânsız hale geldi. En azından yeni anayasa hazırlansa referanduma gidilse halk belirlese… Fakat sonuçta yine Anayasa Mahkemesi tarafından denetleniyoruz. Beklenen nedir? Demokrat, sosyal, laik, hukuk devleti. Değişmez maddeler dikkate alınırsa, tüm anayasa maddeleri bu dört unsuru içinde barındırıyor. O zaman böyle bir anayasayı nasıl tamamen değiştirebiliriz?

Güney Afrika Cumhuriyeti Bayındırlık Bakanı Geoff DOİDGE:
“Biz Nasıl Sivil Anayasa Yaptık?”

Öncelikle bu çalışma için “Genç Siviller”e teşekkür ederim. Biz 1994’te bağımsızlığımızı kazandık. Demokrasi her yurttaşın sorumluluğudur. Sağlam bir toplum, demokratik, insan haklarını savunmayı bilen bireylerden oluşur. Sınıf ve ırk bizde hala belirleyici güç. Masum insanların hakları yeniyordu. Demokratik güçlerimiz saldırı altında. “İnsan Haksızlıkları”na tahammül edemeyen bir toplum buna dur demelidir. Anayasamız 1996’da kabul edildi ve bu bizim için tarihî bir noktadır. Biz Güney Afrika olarak özgürlük, eşitlik istiyoruz. Güney Afrika Cumhuriyetinin anayasasının en ilerici anayasa olmasını sağladık. 94’te ekonomimiz kötüydü. Bunlar bizim tavizlerimizle olmadı. Biz içimizdeki iyilik potansiyelini kabul ediyoruz. Anayasamızın kabulü Mandela’nın (Güney Afrika'nın seçimle iktidara gelen ilk devlet başkanıdır) serbest bırakılmasından sonra gerçekleşti. Bütün taraflar ortak amaç olan barış için uğraştı. Sürgün edilenler geri çağırıldı. İlk aşama kutsal ve bağlayıcı ilkeler oluşturmaktı. İkinci aşama seçimlerden sonra başlayacak, anayasa taslağı hazırlanacaktı. Bu çalışmalara 1994’te başlandı ve 97’de anayasamız ortaya çıktı. Sömürgeciliğin sonundan Apartheid rejimine kadar siyasi özgürlük bizden uzaktı. Bağımsızlık 1900’de kazanıldı. 1910’da ilk Güney Afrika Anayasası kabul edildi. Ancak siyasi sesimiz, hareket özgürlüğümüz yoktu. 1912’de Afrika Ulusal Kongresi kuruldu. Amacı renge dayalı ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve siyahlara parlamentoda temsil ve oy hakkının verilmesi idi. Buna rağmen hükümet siyahların özgürlüklerini ve haklarını sınırlayan yasaları parlamentodan geçirmeyi sürdürdü.

1963’te beyaz rejim yeni anayasa getirdi ve ayrı parlamentolar kuruldu. Siyahların hakları ellerinden alındı. “Siyahlar hangi okulda okuyacak, nerede oturacak, hangi dilde eğitim görecek?” gibi konularda birçok kısıtlama getirildi. 1976’da dersler boykot edildi. Eğitimin ana dil olan Afrikaca olması istendi. Apartheid ideolojisinde “herkes eşit değil, beyaz üstün” deniliyordu. Oysa ulusal kişiliğin belirtisidir anayasa.

Yıllar sonra çok çaba ve destekle oluşturuldu anayasamız. Yoğun baskıların ardından büyük mücadelelerle ortaya çıktı. Uzlaşmazlığın en önemli sebebi yeni anayasa sürecine katılanlara uygulanan şiddetti. Bu süreçte iki partiden 40 üye öldürüldü, katliamlar yaşandı. İktidar çalışmaları sürdüremeyecek hale geldi. Herkesin istekleri yerine getirilemez tabiî ki. Her kesim bazı tavizler vermeli, kendinden ortak bir şeylerin çıkması için. Anayasanın kabulünde başkan Mandela halkın katılımını sağladı. Yüz yüze etkileşime girdi. Sivil toplum işin içine sokuldu. Herkese kulak verildi. Yolda durdurulup sıradan bir vatandaşa beklentileri soruldu ve inanın hepsi değerlendirildi. İki milyondan fazla beyan alındı. Dili tazelendi. Belgenin yaşayan bir doküman olması sağlandı. Anayasaya halk sahiplendi. Abartmıyorum, hem sahiplenme hem de aidiyet duygusu. Barış ve eşitlik içinde yaşamak için, herkese daha iyi bir hayat sunmak için tüm ülke sürece dâhil edildi. Anayasa yapılırken tavizler verilmesi gerekiyordu. Uzlaşma komisyonu kuruldu. İnsan hakları ihlalleri ile ilgili, ulusun geçmişine dair araştırmalar yapıldı.

Bu anayasa, bizim anayasamız, ayrımcılığa karşı ilk anayasadır. Üzerinde uzlaşılmış bir anayasadır. Bütün görüşmeler iyi niyetle yapıldı. Anayasayı yapanlarla iletişim, süreç kadar sonuç da önemli. Çok genç bir anayasamız var. Hala güçler çok önemli, kontrol altında tutulmasında sorunlar yaşıyoruz. Demokrasimiz çok hassas. Ama halk ve hükümet arasında iletişim gerekli. Anayasamız acılardan ortaya çıktı. Güney Afrika olarak kimliğimizi tamamlıyor. Liderimiz “Mandela” çok önemli.

Soru: Türkiye ile benzeşen sorunlarınız nelerdi, bize ne önerirsiniz?
Türkiye’deki sorunları çok iyi bilmiyorum ama biz kimsenin baskı altında kalmasına izin vermedik. Bütün insanlar eşittir. Biz bu ilkeye dayandık.

Soru: Medya süreci destekledi mi?
Medya çok hayatî bir rol oynadı. Bir taraf diğer tarafın haklarından mutsuzdu. Medya ile hükümet arasında olan biten her şey tartışıldı. Medya hükümetin de içindeydi, halkın evinin de. Tartışma imkânı sağladı. Oynadıkları rol bizim lehimizeydi.

Levent Köker (Gazi Üniversitesi): Türkiye’de sivil ve demokratik anayasaya acilen ihtiyaç olduğunu biliyorum ve düşünüyorum. Fakat biz ne istiyoruz? Mevcut anayasada değişiklik mi yoksa mevcut anayasanın yerine geçecek yeni bir anayasa mı? Bunu parlamento yapabilir. Kurucu iktidar halka aitti ve dolaylı olarak parlamentoya aitti.

Mustafa Erdoğan (Hacettepe Üniversitesi): Anayasa yapılmadan önce seçime gidilir. Partiler anayasa yapımı için kampanyalar yapmalıdır. Hukukun araçlarını kullanmadan önce kamu alanında tartışmaları başlatan, ilgilileri buluşturan bir konsensüse ihtiyaç vardır. Bu süreçlerde Anayasa Mahkemesinin sorun çıkarma ihtimali vardır. Bundan dolayı halkın oyuna ihtiyaç vardır.

Av. Aydın Erdoğan (Ankara Barosu): Biz neden anayasaya ihtiyaç duyuyoruz? Siyasetçilerimizin çoğu suçu cuntacılara atarak kurtulmaya çalışıyor. Hâlbuki bunların bugünden sorumlu tutulması lazım. Tartışmaların her türlü ceza yasasından muaf tutulacağı bir tartışma yasası gereklidir.

Cahit Özkan (Hukukçular Derneği): Bugüne kadar hep hukukçular anayasa yapmaya çalıştı. Sivil anayasa STK’larla daha iyi yapılır. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarına ciddi görevler düşüyor. Tüm toplumsal güçlerin anayasaya katılımı sağlanmalı. Destek çalışmaları sürdürülmelidir. Muhalefet sürece katılmalı sürece katılmayanlar, STK’lar tarafından afişe edilmelidir.
Emine Doğan

İlk Film Gösterimimiz Gerçekleşti.



Bir adam ağacın altında uyuyormuş. Kafasına ceviz düşmüş. Adam da demiş ki ‘Neyse ki balkabağı değildi, yoksa ölürdüm.’ Bu hikaye sizi güldürmemiş olabilir. Ama Baktay adlı küçük bir kızı ilk duyduğunda güldürdü ve az sonra izleyeceğiniz filmde tekrar tekrar dinlediği bu hikayenin peşinden giden Baktay bu hikayeyi okuyabilecek kadar okuma öğrenmek için okul aramaya başlar. Sırf bu hikaye için evini terk eder, kardeşini evde yalnız bırakır. Utanç ünlü yönetmen ailesi Makhbalbafların küçük kızları Hana’nın ilk uzun metrajlı filmi.

Filmin orijinal adı : Buddha Collapsed Out of Shame-Buda Utancından Yıkıldı. Filmi adını veren baba Muhsin, “Bir heykel bile bütün bu şiddetten, insafsızlıktan ve bunların getirdiği çöküşten utanırdı.” diyor. Film, Afganistan’da Taliban dinamitlemeden önce (2001) yüzyıllardır dağın yamacında, kayaların içinde duran Buda heykellerinin olduğu yerde geçiyor. Filmdeki insanlar da o mağaraların kovuğunda yaşayanlar. Yeni gerçekçi üsluptaki, amatör oyuncuların kullanıldığı film Bamyan’da geçiyor ve altı yaşındaki Baktay’ı takip ediyor. Baktay’ın tek isteği okula gitmektir; ancak bu yolda, yoksulluk ve savaş oyunları oynayan oğlanlar gibi çok güçlü engelleri aşması gerekecektir. Burada oyun kavramına dikkat etmenizi istiyorum. Film Afganistan’da geçiyor ve Afgan halkının Taliban ve Amerika karşısındaki çaresizliğini anlatıyor ancak biz bugün filmi, daha genel anlamda Amerika ve İsrail’in Ortadoğu topraklarında oynadığı oyun açısından değerlendireceğiz.

Film Buda heykelinin yıkılmasıyla açılır. Baktay’ın annesi dereden su almaya gider. Kendisi de çok küçüktür ama kardeşine bakmak zorundadır. Bu arada komşu oğlu Abbas ders çalışmaktadır, ama annesi dışarı çıkmaması için ayağını bağlar. Dışarı çıkmak ister çünkü okuyabilmesi için ışık lazımdır. Burada ayağa bağlanan ipi aslında Afgan halkının sıkışmışlığı olarak yorumlayabiliriz. Dışarıdan korunmak için içeriye bağlanmışlardır ama iplerinden kurtulup dışarıya çıktıklarında Baktay gibi aydınlığı ararken Amerika’nın oyunlarına maruz kalmaktadırlar.

Baktay gördüğünüz gibi okula gidemeyen bir kız çocuğudur. Neden okula gidemediğini herhalde okulun uzaklığını görünce anlamışsınızdır. Aslında burada sadece doğu toplumlarında kızların okuma mücadelesine değil, hayatta kalma mücadelesine de şahit oluyoruz. Belki batılılar bu filme bu kadar ödül verirken, vah vah doğuda böyle işte kızlar okutulmuyor, ama bu kız cesaretiyle okula ulaşmayı başarıyor gibi bir anlam çıkarabilir. Ama olaya tarafsız gözle bakıldığında beklide annesi çocuğun hayatını kaybetmesindense okula gitmemesini tercih ediyor. Halbuki, okuyan başka kızlar var. Yani burada tamamen kızların okula gönderilmediğinden kimse bahsedemez. Sadece Afganistan için değil, bu savaşın kol gezdiği tüm topraklar için geçerli. Irak’ta anne olsanız her gün intihar saldırısının, patlamaların olduğu bir ortamda çocuğunuzun hayatta kalmasını mı yoksa okula gitmesini mi tercih edersiniz? Bu zor bir soru.

Baktay’ın Abbas’a o çok hoşuna giden ceviz hikayesini defalarca anlattığında okula gitme isteği depreşir. Defter ve kalemi yoktur, annesinden para istemek için yola çıkar ve Abbas’ın annesi gibi o da kardeşini iple bağlayarak yola koyulur. Annesini bulamaz, defter kalemin fiyatını öğrenir. Önce yumurta satmaya çalışır, yumurtalarından ikisi kırılır. Yumurtaları fırına satar, ekmek alıp onunla parasını kazanır. Ancak sadece deftere yeter parası. Aslında okula gitmesinin zor olduğunu şurada anlıyoruz. Evin yakınındaki pazara bile giderken çok korkar, dağın yüksekliğinden, yoldaki köpekten vs. Bulundukları ortam zordur küçük bir kız için. Burada ortam için de mutlaka eleştirilebilecek yanlar var gibi görünmektedir. Mağarada yaşamalarından dolayı acıyabilirler……

Defter ve kalem arasından defteri seçer. Annesinin rujunu kalem olarak alıp Abbas’la yola koyulur. Ama onu erkek okuluna almazlar. Kız okulunu aramaya başlar. Yolda uçan helikopteri sopalarla vurmaya çalışan çocuklarla karşılaşır. Taliban olduklarını söyleyip defterin yapraklarından uçak yaparlar.

Filmin bu kısmı, yani yarıdan fazlası buda heykellerinin enkazının olduğu bu bölgede geçer. Çocuklar budayı kendilerinin yok ettiklerini ve kızın yanında ruj olduğu için putperest olduğunu söyleyerek ona mezar kazarlar.

Ona bir daire çizip dışarı çıkmamasını söylerler. Kız kaçmaz, ama dairenin dışına çıkar, bir tane daha çizerler, bir tane daha ve sonunda kız o dairelerin içinde sek sek oynar. Bu da çok insani bir tavırdır. Arka arkaya çizilmiş daire bizde kare gören herkes orada sek sek oynamak isteyebilir refleks olarak.

Çocuklar onu mezara koyup taşlayacaklardır. Sonra başına kese kağıdı geçirip pusuda beklemeye başlarlar. Oraya gelen Abbas’ı tuzağa düşürürler. Amerikan casusu olduğu gerekçesiyle. Abbas onlardan kaçarken büyüyünce hepiniz öldüreceğim, der. Abbas, tuzağa düşmüştür, çamur içinde kalmıştır, çaresizdir tek hayali büyüyüp kendisini tuzağa düşürenlerden intikam almaktır. Ortadoğu’da yaşayan tüm çocuklar bu duyguyla büyümüyor mu? Şimdi çaresizim ama bir gün büyüyeceğim. Çünkü hiçbir çocuk yaşadıklarını unutmaz ne Amerika’nın tetiklediği iç savaşı ne de bizzat yaptıklarını.

Önlerine düşen uçurtmanın yanışını seyrederler. Baktay’ı mağaraya götürdüklerinde orada esir diğer kızları da görür. Çocuklardan kimisi Amerikalı, kimisi Talibandır. Sopaları, silah olarak tutarak birbirlerini öldürürler. Bu arada yolda buldukları kızları, basit nedenlerle mağarada esir tutarlar. Bu sahnede çok açık şekilde W. Bush dönemi Amerikasının unutulmaz, başa çuval geçirme hadiselerine atıfta bulunuyor yönetmen kese kağıtlarıyla. Buradaki ruj, meselesine daha sonra geleceğiz. Çocukların esir alınma nedenleri size komik ve saçma gelmiş olabilir. Oryantalist bir göz bu sahneden Taliban’ın ne kadar yobaz ve bağnaz olduğunu, kadınları nasıl bir bakış açısıyla esir ettiğini çıkarır. Ama biz bu saçmalığı yine 11 Eylül sonrası Batıda oluşan Müslüman korkusundan hatırlıyoruz. Her müslümanı potansiyel terörist gören, havaalanlarında sırf adı Muhammed diye, başörtülü, teni esmer, gözleri fazla kara diye insanlar günlerce havaalanlarında bekletildi, Irak’ta yolun ortasında askerler sırf eğlence olsun diye insanları durdurup insanlık dışı hareketlerle arayıp, onurlarını ayaklar altına almadı mı? Nedensiz saçma bir şekilde…. Hatta İranlı birkaç yönetmen
Bile festivale davetli olup hatta ödül almaya giderken havaalanlarında bekletildi. Komik ve saçma tıpkı kimsenin geçmediği yolda bekleyen trafik polisinin Baktay’ı yeşil ışıkta geçmesi için beklettiği gibi…

Baktay okulun yolunu güneşi takip ederek bulur. Burada da yine filmin başında Abbas’ın ders çalışmak için güneşe doğru gitmeye çalışmasını hatırlayarak güneşin okuma ve aydınlanma sembolü olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.

Nihayet kızlar sınıfına geldiğinde kimse onu yanına almak istemez. Öğretmen yüzü tahtaya dönük olduğu için onu fark etmemiştir. Bu sahneleri yorumlamadan önce filmin belki de oyunculuk açısından kötü olan bölümü diyebiliriz. Burada çocuk oyuncu zaten oyuncu değil sadece bir çocuk olduğu için artık filmde oynamaktan sıkılmış mıdır bilinmez kameranın arkasından birilerine bakıyor, zorla oynuyor gibi. Burada oyunculuğun ya da yönetimin dağıldığını söyleyebiliriz.

Ancak Baktay’ın buradaki halinin çok hüzün verici olduğunu da söyleyebiliriz. Kimsenin yanına sığamaz, fazlalıktır. Zaten öğretilenlerden de bir şey anlamaz. Yarıdan başlamak, yabancılık, onun çaresizliğine katık olur. Yeni öğrenci olmak zaten yeterince kötü bir duyguyken buna zaten ait olmadığını bir okulda yeni olmak eklenince daha kötü olur. Defterin kağıtları burada da yırtılmaya devam eder.

Kızların ruj sürmesi konusuna gelirsek. Ruj burada modernizmi temsil ediyor. Oğlanların savaş oyunu oynaması gibi kızlar da bir anlamda moderncilik oynuyor. Çok komik görünüyorlar bir anlamda maskaraya dönüyorlar. Bunu da doğu toplumlarına empoze edilen modern kültürün bazı hallerde ne kadar iğreti durduğunu göstergesi olarak sayabiliriz.

Öğretmenin kovmasıyla Baktay o çok öğrenmek istediği hikayeyi boş deftere bakarak ezberden okur. Amacı o hikayeyi okuyabilecek kadar okuma öğrenmektir. Amacına ulaşmış olduğunu hissetmek için öğrenmiş gibi yapar.

Kendisini aramaya gelmiş olan Abbas’la eve giderken haydut çocuklar bu sefer Amerikalı olarak Baktay ve Abbas’ı esir alırlar. Terörist olarak gördükleri için ölmesini söylerler. Abbas yatar, ama Baktay kaçar. Ölmekte direnir. Abbas ölürse bırakacaklarını söyler. Burada harman yapan köylülerin yanına gier. Başlarında kese kağıdı vardır. Baktaya yardım etmezler. Burada köylüyeri Amerika ve israilin etkisi altında olan Müslüman halklar olarak görebiliriz. Tıpkı Mısır gibi, Arabistan gibi onlar da yanları başındaki Filistin’i Irak’ı görmezden gelmektedirler.

Peşini bırakmazlar. Baktay bağırır: “Artık oynamak istemiyorum. Bırakın beni!” Ama nafile, onu dinlemezler ve aralarında Amerika’nın Ortadoğu topraklarında oynadığı savaş oyununu en iyi özetleyen replikler sarfedilir:

Baktay: Savaş oyunu oynamayı sevmedim.
Haydut çocuklar: Sen teröristsin. Ölmeden eve dönemezsin.
Haydut çocuklar: Öl hadi.
Baktay: Savaş oyununu sevmiyorum.
Haydut çocuklar: Sen teröristsin. Ölmeden eve
dönemezsin. Öl hadi.
Abbas: Baktay, öl! Ancak ölürsen özgür olabilirsin!

“Baktay öl! Ölürsen özgür olabilirsin!” Daha fazla direnemeyen Baktay, çaresiz, toprağa yığılır. Irak’ta Filistin’de Afganistan’da hayatını kaybeden binlerce insan çaresiz toprağa yıkılır. Ancak öyle özgür olabileceklerdir. Zaten şansları da olmamıştır evlerine düşen bombadan kaçmanın. Ama biz Amerika’nın, İsrail’in bu savaş oyunundan çok sıkıldık ve artık oynamak istemiyoruz!!!

Hana Makhmalbaf, şiir gibi bu filmiyle, yeni kuşak sinemacıların dünyanın daha yaşanır bir yer haline gelmesine ilişkin umutlarımıza bir kez daha su serpti. Yeni filmlerini heyecanla bekleyeceğiz.
Zeynep Zelan

Kanal A Sinema Yorumcusu