9 Nisan 2009 Perşembe

Sivil ve Özgürlükçü Bir Anayasa İstiyoruz!

29 Mart yerel seçimleri yurttaşların taleplerini ortaya koyması açısından önemli veriler sunmaktadır. Seçmen son üç seçimde sınırsız destek sunduğu AK partiden artık sivil ve demokratik bir anayasa beklemektedir.

AK parti seçmenin değişim ve özgürleşme taleplerine karşılık verdiği için 2002 yılında iktidar olmuştu. Bu tarihten 29 Mart seçimlerine gelinceye kadar AK partinin yavaş yavaş değişim ve özgürleşme taleplerinden uzaklaştığı gözlenmektedir.

Ülkedeki demokratik muhalefet boşluğu mazeret olarak öne sürülse de sorun sadece muhalefet boşluğu değil, Ak partinin statükonun saflarına yaklaşmasıyla da ilgilidir. Gelinen noktada alınan yüksek oy oranı, muhalefet boşluğu ve sistemle hemhal olma eğilimi AK partiyi rehavete sürüklemiştir.

AK partinin oylarındaki göreceli azalma seçmenin sivilleşme ve demokratikleşme taleplerinin siyasal iktidarda karşılık bulamamasının tezahürüdür. Ve uyarı niteliğindeki bu sonuç, özgürlükçü bir anayasal düzen talebini işaret etmektedir.

Kendisi hakkında gazete kupürlerinden yola çıkılarak kapatma davası açılmış bir partinin anayasa değişikliği talebinde bulunmaması kabul edilemez. Üstelik kendi partisinin kapatılmaması için çaba sarf eden bir partinin başka partilerin kapatılmasına seyirci kalması da düşünülemez.

İfade hürriyetinin önündeki engeller kaldırılmadan, bizim gibi düşünmeyenlerin de fikirlerini özgürce ifade edebilmeleri sağlanmadan hiçbirimiz özgür değiliz.

Yeni sivil ve özgürlükçü bir anayasa istiyoruz!
1980 Darbe anayasasını tarihin çöplüğüne atmak, yepyeni ve tertemiz bir sayfa açmak istiyoruz. Darbecilerden başka savunucusu kalmayan ve onlardan başkasını mutlu etmeyen bu anayasanın ve ülkemizin gündeminden de darbe kelimesinin kalkmasını istiyoruz.

Hak ve özgürlükleri “ama” maskesinin ardına saklanarak kısıtlamayan bir anayasa, özgürlük ve adalet kavramlarını bir söz olmaktan çıkarıp bir ilke haline getiren bir yasal düzenleme bekliyoruz.
Temel hak ve özgürlükleri tanımlanmamış alanlar üzerinden yasaklayan ilkel bakış açısına karşı insanların dinsel, etnik, kültürel haklarının önünün açılmasını istiyoruz.
Darbecilerin yargılanması, darbecilerin yargılanmasının önündeki engellerin kaldırılması ve anayasa değişikliği yapılabilmesi için son darbecinin ölümünün beklenmemesini istiyoruz.

Sivil anayasa hazırlanması için Avrupa Birliğinin yönlendirmesine veya talimatına ihtiyacımız olmadığının hatırlanmasını ve son dönemde yakalanan dış politikadaki ilkeli duruşun yansımalarının anayasal düzenlemedeki dik duruşla pekiştirilmesini istiyoruz.

Bütün yurttaşlarına eşit mesafede ve adalet ekseninde yaklaşan, yargıçların adaletinden şüphe edildiği zamanlarda muğlak ifade ve yorumlarla haksızlıklara zemin hazırlamayan bir anayasa, adaletinden şüphe edilmeyen bir anayasa istiyoruz.
09.04.2009
Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu Adına
Üstün BOL
Mazlumder Ankara Şube Başkanı

7 Nisan 2009 Salı

Ünsal'ın Darfur Sunumu


A. Faruk Ünsal, Mazlumder Ankara Şube yöneticilerine, Mazlumder Genel Merkezinde 4 Nisan Cumartesi günü, Darfur Sorunu ve Sudan’ın UCM’de yargılanmasına ilişkin süreç hakkında bilgi verdi. Ünsal sürecin anlaşılması için “UCM nedir ve nasıl çalışır?”, “Afrika’da ulus devletlerin macerası” ve “Kyoto Sözleşmesi”ne dair bazı noktaların bilinmesi gerektiğine işaret ederek sunumunu bu üç temel noktaya dayandırdı. Ünsal’ın aktardığı bilgiler şöyle:

Darfur sorununun nedenleri

“UCM 2002 Temmuzunda kuruldu. Dolayısıyla kararları ve yetkisi bu tarihten geriye yürümüyor. Savaş suçları, insanlığa karşı işlenen suçlar, soykırım suçlarını kovuşturuyor. UCM’den önce de uluslar arası yargılama örnekleri bulunuyor. İkinci Dünya Savaşında yenenlerin yenilenleri yargıladıkları Tokyo, Nürnberg, Ruanda Mahkemeleri buna örnek teşkil ediyor. Şu ana kadar UCM’nin sözleşmesine 108 devlet taraf oldu ve mahkemenin yargılama yetkisi yalnızca taraf olan devletleri kapsıyor. Rusya, Çin ve ABD sözleşmeyi onaylamadıkları için bu ülkeler yargılanamıyor. ABD, UCM sözleşmesini imzalamamış olmasına mazeret olarak, ülkenin 50 eyaletten oluşmasını ve her bir eyaletin UCM sözleşmesini kendi iç işleyişi içinde değerlendirip onaylatmasının pratik açısından “imkânsızlığını” gösteriyor. UCM sözleşmeye taraf olan ülkelerin sınırları içerisinde taraf olmayan ülkelerin vatandaşları suç işlediklerinde bu ülkeler hakkında yargılama yapabiliyor. ABD bu durumu by-pass edebilmek amacıyla (50 eyaletten UCM sözleşmesinin onayını alamıyor teknik nedenlerden dolayı ama) 108 ülke ile tek tek anlaşma yapıyor. Bu anlaşmalar doğrultusunda ABD’nin hiçbir vatandaşı 108 ülkenin sınırları içinde suç işlediklerinde UCM’ye teslim edilemiyor.

Sudan sözleşmeye taraf olan ülkeler arasında yer almadığı halde UCM Sudan’ı nasıl yargılayabiliyor? Bu da UCM’nin kuruluşunda yer alan başka bir mekanizmaya dayanıyor. Bu mekanizma ise BM Güvenlik Konseyinin UCM’ye üye olmayan bir ülkeyi gerekli gördüğü hallerde mahkemeye sevk etme hakkı. Yani Sudan’ın yargılanması Güvenlik Konseyinin müracaatı vasıtasıyla oluyor.

Kyoto sözleşmesinin konuyla bağlantısına gelince;

Kyoto sözleşmesi, dünyada sanayileşen ülkelerin atmosferde sera etkisini dolayısıyla küresel ısınmayı ortaya çıkaran karbon türevi gazların atmosfere salınımını kontrol etmelerini sağlamaya dayanıyor. Sözleşmeye taraf olan ülkeler bu gazın salınımıyla ilgili tedbirler almaya mecbur bırakılıyor. ABD bu sözleşmeyi de onaylamıyor. Dolayısıyla kontrol mekanizmalarından kaynaklanan maliyetler ürünlerin fiyatlarına yansımadığı için ABD haksız rekabet yoluyla haksız kazanç elde ediyor. Ayrıca küresel ısınma Afrika’nın kuzeyindeki çölleşmeyi daha sulak ve ormanlık alanların bulunabildiği güneye doğru hızla genişletiyor. Bu da kuzeydeki sulak alanlarda hayatını sürdürmeye çalışan insanların ister istemez güneye doğru inmelerini beraberinde getiriyor.

Bu noktada Afrika’daki ulus devletlerin macerasına da bakmak gerekiyor. Ulus devletlerin sınırları kuzeyde nispeten doğal sınırlar gözetilerek oluşturulmuş. Bölgedeki dağlar, nehirler dikkate alındığında bu tip sınırlar insanları toplumsal olarak da farklı kılabiliyor. Ancak Afrika’nın sınırları çizilirken doğal sınırlar dikkate alınmıyor. Sınırlar cetvelle çizilmiş gibi ayrılıyor. Afrika’da ulus devletlerin oluşturulması ülkeleri büyük, devletleri fakir ve sınırları gayri tabii kılıyor. İnsanlar etnik olarak da birbirlerinden farklı değiller. Bu durum aynı kabileye mensup insanları iki farklı ülkenin sınırlarıyla ayırabiliyor.

Bu bölgede Atlas Okyanusundan Kızıldeniz’e kadar olan sahra bölgesinde, tarihleri binlerce yıl geriye dayanan gezici Arap kabileleri bulunuyor. Bu kabileler Afrika’yı bir baştan diğerine, yağmur mevsimlerini takip ederek, hiçbir pasaport, gümrük sınırlamasına takılmadan develeriyle kat ediyorlar. Bu kabilelerin döngüsü sınırlar katı bir şekilde çizilip gümrük, pasaport vs gibi kontroller uygulansa mümkün olmazdı.

Sudan Türkiye’nin üç katı büyüklükte, çoğu çöllerden oluşan bir ülke. 1956’da İngiltere’den bağımsızlığını kazandığında başlatılan Araplaştırma, Müslümanlaştırma hareketleri yüzünden Güney Sudan’da yaşayan Hıristiyan ve animistlerle (yerli putperest dinlerin bağlıları) Müslüman halk arasında 25 yıl süren çok kanlı bir iç savaş çıktı. 2005’te bu savaş sona erdi ve Güney Sudan’da ayrı bir hükümet kuruldu. Bu bölgede 2012 yılında bir referandum yapılacak ve bu referandumdan büyük ihtimalle Sudan’dan ayrılma kararı çıkacak. Güney Sudan’da zengin petrol yatakları bulunuyor. Gelişmiş, sanayileşmiş bir bölge ve sulak alanların çoğu da bu bölgede yer alıyor. Ancak Sudan çok büyük bir ülke ve geneli oldukça fakir.

Soruna adını veren ve Sudan’ın en batı ucunda bulunan Darfur ise çok geri bırakılmış, hayat şartlarının çok zor olduğu, halkının yüzde 100’ü Müslüman olan bir yerleşim bölgesi. Burada bireylerinin tümünün hafız olduğu aileler yaşıyor. Darfur halkı kendilerine Afrikalı Zenci diyor. Onların dışında bölgede gerçek Araplar var. Bir de dillerini unutmuş kendilerine Zenci diyen Araplar yaşıyor. Afrika’nın kuzeyindeki çölleşmenin güneye doğru genişlemesi yüzünden gezgin kabileler yerli halkın kullandığı otlaklara yayılmaya başlayınca yerel çatışmalar başladı. Bu çatışmalar komşu ülke Libya’nın ve Sudan devletinin itmesiyle etnik bir karakter aldı. Sudan devleti çatışmaları kendi güçleriyle (polis, ordu vs) çözemeyince silahlandırdığı Arap kabileleri (Cancavidler) vasıtasıyla çözmek istedi. Türkiye’deki koruculuk sistemini anımsatan bu uygulama yüzünden kanlı çatışmalar yaşandı. 2 milyon insan mülteci kamplarına mahkûm edildi. En iyimser rakamla 30 bin, en kötümser rakamla 300 bin insan öldü.

Asıl sorumlu gözden kaçmamalı

Sudan’da çok sayıda insan hayatını kaybetmiştir. Bu süreçte 2 milyon insan zor şartlar altında yaşamak zorunda bırakılmış ve çeşitli zulümlere uğramıştır. Yani ortada büyük bir insanlık suçu vardır. Ancak bizim meseleye insan hakları aktivisti olarak bakarken yapmamız gereken ilk şey, bu çatışmanın Arap-Afrikalı çatışması olarak sunulmasına karşı çıkmaktır. İkinci nokta ise ulus devletlerin varlığı ve çölleşmenin hızlanmasını gözden kaçırmamaktır. Çünkü bu çatışma kapitalizmin, aşırı kâr hırsının, gelecek nesillerin kaynaklarını tüketme sorumsuzluğunun bir sonucudur. Bunları ve ulus devletlerin geleneksel yapıları böldüğünü, Sudan’daki ciddi kalkınma problemini göz ardı etmemeli, bütün yönlendirmelere rağmen sorunu Arap-Afrikalı çatışmasına dayandırmak kolaycılığına ve yanlışlığına düşmekten kaçmalıyız.

SONUÇ

UCM aslında bir yandan doğru bir şey yapmakta, diğer yandan çelişkili bir durumun içinde görünmektedir. Çünkü yetki sınırları dışında olduğundan ve BM Güvenlik Konseyi şikâyetçi olmadığından 1 milyon Iraklıyı öldüren ABD’yi yargılayamazken, Ömer El Beşir’i yargılayabilmektedir. Burada çifte standart uygulayan UCM değil UCM’yi istediği zaman yetkilendiren istediği zaman yetkilendirmeyen BM Güvenlik Konseyinin bizzat kendisidir. ABD taraf olmayarak varlığını kabullenmediği bir mahkemeden kendine göre birtakım sebepler yüzünden Ömer El-Beşir’in yargılanmasını isteyebilmektedir. Tabii ABD’nin yargılanamıyor oluşu üzücü bir çelişkidir.

Sonuç olarak bölgede bir barış süreci başlamıştır. Sudan hükümeti bölgeyi İKÖ’ye, Arap Birliğine, Afrika Birliğine açmalıdır. Kötü hayat koşulları tespit edilmelidir. Barış süreci uluslar arası İslam camiası tarafından desteklenmeli, bölgedeki insanların hayat şartları uluslar arası birlikler vasıtasıyla iyileştirilmelidir.

6 Nisan 2009 Pazartesi

"Ankara İnanç Özgürlüğü Platformu"na Katılma Kararı Alındı


"Mazlumder Ankara Şubesi bir süre önce bileşenleri arasından çekildiği Ankara İnanç Özgürlüğü Platformuna yeniden katılma kararı aldı. 4 Nisan Cumartesi günü Mazlumder'de platformun katılımcıları ile yapılan istişare toplantısında, Ankara İnanç Özgürlüğü Platformunun faaliyetlerinin çeşitlendirilmesine, uzun bir süredir inanç özgürlüğü alanında verilen mücadelenin yeni faaliyetler ile kamuoyuna hatırlatılmasına karar verildi. Platformdan çeşitli nedenlerle ayrılan ya da bileşeni olduğu halde toplantılara katılım göstermeyen sivil toplum kuruluşlarıyla yeniden bağlantıya geçilecek. Platformun hızla büyümesi için Ankara'da faaliyet gösteren başka sivil toplum kuruluşlarına da platforma katılmaları yönünde davet yapılacak. Mazlumder Ankara Şubenin katılımıyla başlatılan yeni sürecin ilk eylemi olarak 9 Nisan Perşembe günü saat 12.30'da AK Parti Genel Merkezi önünde sivil ve demokratik bir anayasa çağrısı yapılacak."