16 Nisan 2009 Perşembe

Kot Kumlama İşçilerinin Büyük Dramı

ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu üyesi öğrenciler, 15 Nisan Çarşamba günü kot taşlama işçileri ile dayanışmak ve konuyla ilgili kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla bir toplantı düzenledi. ODTÜ’de yapılan ve çok sayıda öğrenci ile akademisyenin de ilgi gösterdiği toplantıya Mazlumder Ankara Şube Başkanı Üstün Bol ile Başkan Yardımcısı Esra Duru da katıldı.

Kot taşlama daha doğru bir tabirle kot kumlama işçilerinin dramının anlatıldığı 20 dakikalık “Dönüş” belgeselinin izlenmesiyle başlayan toplantıda konuşmacı olarak bulunan İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi, Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesi üyesi Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan hazırladığı slaytlarla, kot taşlama işçilerinde görülen silikosiz hastalığı, hastalığın teşhisi, seyri ve işçilerin yasal durumlarına ilişkin bilgiler verdi.
Kumlama yoluyla kot ağartmanın yurtdışında yasak olmasına rağmen Türkiye’de serbest olduğuna dikkat çeken Kılıçaslan, ülkemizde işgücünün ucuzluğu ve bu alanda bugüne kadar herhangi bir düzenleme olmayışı yüzünden uluslar arası firmaların bu iş için Türkiye’yi kullandıklarına vurgu yaptı.

Kılıçaslan, Amerika’da 1930’lu yıllarda Şahin Yuvası denilen bir tünelin açılması sırasında çalışan 7 bin işçiden 400’ünün patlamalar sırasında maruz kaldığı toz yüzünden bu hastalığa yakalanarak öldüğünü anlattı. Kılıçaslan söz konusu görüntülere youtube’dan ulaşılabileceğini kaydetti. Büyük firmaların bu işi taşeronlar eliyle yürüttüğüne dikkat çeken Kılıçaslan, yaptıkları takibatta beşinci taşerona kadar ulaştıklarını ifade etti.

Türkiye’de kot kumlama sırasında kullanılan ve ucuz olduğu için tercih edilen deniz kumunun zararlı madde olan silikayı yüzde 70 oranında barındırdığını ve diğer kumlara nazaran bu işte çalışanlara daha çok zarar verdiğini anlatan Kılıçaslan, kot kumlayan işçilerin astronotlara benzer, kompresörler aracılığıyla dışarıdan temiz hava giren kıyafetler kullanmaları gerektiğini söyledi. Ülkemizde ise bu tip bir kıyafet yerine, işçilerin nalburlarda satılan 3 TL’lik kâğıt maskelerle kendilerini korumaya çalıştıklarını ifade eden Kılıçaslan, işverenlerin kum ziyan olmasın diye havalandırması bile olmayan 1.5 m²’lik hücrelerde bu işi yaptırdığını anlattı.

Hem çalışırken hem uyurken toza maruz kalıyorlar…

Kılıçaslan, çalıştıkları mekânları aynı zamanda uyumak, yemek yemek için de kullanan işçilerin 2-3 ay gibi kısa bir sürede bu hastalığa yakalandıklarını dile getirdi. Meslek hastalığının tanımının aynı işte en az 2 yıl çalışmayı gerektirdiğine dikkat çeken Kılıçaslan, bu işte çalışan işçilerin hastalığa bir kez yakalandıktan sonra bu kadar bile ömürleri kalmadığını ifade etti.

Kılıçaslan, hastaların yoğunluklarına göre Bingöl, Bitlis, Erzincan, Diyarbakır, Kahramanmaraş, Sinop ve Trabzon illerinden çıktığını anlatarak, aynı aileden iki çocuğun birden ya da akrabalar içinde birkaç kişinin aynı hastalığa yakalandığı vakalar olduğunu söyledi. Bu işte çalışanların yüzde 98’inin sigortasız olduğunu, bu nedenle şikâyet mekanizmasını kullanamadıkları gibi sağlık giderlerinin karşılanmadığını, ölümlerinin ardından ailelerine herhangi bir maaş bağlanamadığını bildiren Kılıçaslan, geçtiğimiz günlerde Çalışma Bakanlığı tarafından kot kumlamanın yasaklanması ve bu yönde atılan adımlar sayesinde birtakım iyileşmelerin görülmeye başlandığını ifade etti. Kılıçaslan bu düzenlemeden sonra vefat eden iki işçinin ailelerine maaş bağlandığı bilgisini verdi. Şu anda hastalığı tespit edilen 650 işçi bulunduğunu da dile getiren Kılıçaslan, hastaların birçoğunun da “nasıl olsa öleceğim” diye düşünerek doktora bile gitmediğini anlattı.

Yapılan yayınlar neticesinde işverenlerin paniğe kapılarak kot kumlama atölyelerini dağıttıklarını dile getiren Kılıçaslan, bu süreç sonucunda buralarda çalışan çok sayıda yabancı işçinin de ülkelerine döndüklerini ve hastalıklarının orada ortaya çıkması yüzünden haklarında sağlıklı bilgi edinilemediğini anlattı. Kılıçaslan, ayrıca atölyelerin Suriye, Bangladeş, Çin gibi ülkelere kaydığını ifade ederek, “merdiven altı” diye tabir edilen yasadışı kot kumlama atölyelerinin “küresel fabrikalar” olduğunu söyledi. Kot kumlama işlemini lazerle yaptıklarını ifade eden firmaların yalan beyanda bulunduğunu dile getiren Kılıçaslan, bu yöntemle günlük üretimin 500 adetle sınırlı kaldığını, ancak işçilerin kumlamayı bizzat yapmaları halinde günde 2 bin adet kumlanmış kot elde edildiğini söyledi. Kılıçaslan, üreticilerin, kendisini kumlanmamış kotların para etmediği ve bu piyasada büyük paraların döndüğünü belirterek tehdit ettiğini de sözlerine ekledi.

İşçilerin haklarını ararken işverenlere çok sayıda suçlama yapabileceklerini dile getiren Kılıçaslan bunlardan birinin “kasten ölüme sebebiyet vermek” olduğunu söyledi. Komitenin işçilere ücretsiz hukukî yardımda bulunduğunu hatırlatan Kılıçaslan, aynı tehlikeye teflon, porselen fabrikalarında çalışan işçilerin, diş teknisyenlerinin de maruz kalabileceğine dikkat çekti.

Kılıçaslan çözüm önerisi olarak sigortasız, sendikasız işçi çalıştırılmamasını, yasaların ve yönetmeliklerin gerektiği gibi uygulanmasını gösterdi. Son yasal düzenlemenin önemli olduğuna da dikkat çeken Kılıçaslan, bu işçilerin SGK kapsamına alınması, sağlık giderlerinin karşılanması ve sosyal haklarının verilmesi gerektiğini ifade etti.

Daha sonra soruları cevaplandıran Kılıçaslan, hastalığın seyrinin her hastada farklılıklar gösterdiğini, örneğin askere alınırken yapılan muayenede herhangi bir bulguya rastlanmayan bir hastanın idman sırasında nefes darlığı nedeniyle hayatını kaybettiğini anlattı. Kılıçaslan, köklü çözüm için meslek hastalıkları alanında kalıcı düzenlemeler gerektiğine dikkat çekerek, sendikaların sorunun çözümünde önemli bir rol üstlenebileceğine de vurgu yaptı. Silikanın yanı sıra solventin, toksik maddelerin de işçi sağlığını tehdit ettiğini dile getiren Kılıçaslan, İstanbul’da meslek hastalıkları alanında bir oluşum başlattıkları müjdesini verdi. Kılıçaslan, kot kumlama işçilerinin yaşadığı dram nedeniyle uluslar arası birçok bağlantı kurulduğunu, bu bağlantılar neticesinde örneğin İsveç’in Türk kotlarını boykot ettiğini, konunun İngiltere’de gündeme getirildiğini, TEKSİF’in sorunun İLO’da ele alınması için çaba sarf ettiğini de sözlerine ekledi. Kılıçaslan, başka ülkelerde de böyle atölyeler ve dolayısıyla hasta işçiler bulunmasına rağmen konunun yalnızca Türkiye’de gündeme gelmesinin de sorunun başka bir boyutu olduğunu vurguladı. Toplantı sonrasında hasta işçiler yararına rozet ve cd satışı yapıldı. Toplanan para Kot Taşlama İşçileri Dayanışma Komitesine iletilmek üzere öğrenciler tarafından Prof. Dr. Zeki Kılıçaslan’a teslim edildi.

Silikozis nedir?

Silikozis hastalığı, kot kumlama sırasında kullanılan kumun solunum yoluyla akciğerlere, lenflere ulaşması, bağışıklık sisteminin bu yabancı maddeyi yok edebilmek amacıyla etrafını sarması ve ciğerlerde bu şekilde kitlelerin oluşup ciğeri işlevsiz kılmasıyla ortaya çıkıyor. Hastalığın akciğer nakli dışında bir tedavisi bulunmuyor. Ülkemizde akciğer nakli henüz çok yaygın değil ve oldukça pahalı bir yöntem. Genellikle dar gelirli ailelerin, oldukça genç yaşta çocuklarının (ortalama 20-25 yaş) yakalandığı bu hastalık, onları sevdiklerinin gözleri önünde hızla ölüme sürüklüyor. Bu hastalığa yakalanan kişilerde ileri derecede nefes darlığı, terleme, yorgunluk, iştahsızlık görülüyor. İleri aşamalarda hasta yataktan kalkamıyor. Hastalığa yakalanan işçilerin hastalığın ortaya çıkışından sonraki günlerini en acısız şekilde yaşayabilmeleri için de yine oldukça pahalı birtakım ilaçlar ve sağlık araçları gerekiyor.
Ankara Şube Başkan Yardımcısı

Esra DURU

13 Nisan 2009 Pazartesi

“Sivil Anayasa Nasıl Yapılır?”

09.04.2009

Genç Siviller İle Parlamenterler Derneği’nin ortak düzenledikleri “Sivil Anayasa Nasıl Yapılır” Paneli 09.04.2009 tarihinde TBMM’de yapılacakken Meclis Başkanı Köksal TOPTAN’ın vazgeçmesi üzerine Meclis yakınlarındaki Midas Otel’de gerçekleşti.

“Sivil Anayasa Nasıl Yapılır?”

Günümüzün en orijinal, en katılımcı ve demokratik anayasası Güney Afrika’da yazılmıştır. Ayrımcı Apartheid rejimi sona erdikten sonra Güney Afrika Cumhuriyetinin yeni anayasası 1996’da onaylanıp Şubat 1997’de yürürlüğe girdi. Ayrımcılığın en üst düzeyde olduğu, etnik gruplar arasında gerilimlerin sıkça yaşandığı, sosyal eşitsizliklerin ve kutuplaşmaların derin olduğu Güney Afrika gibi bir ülkede sivil anayasa deneyimi başarılı olmuştur. Bunun sebebi düşük eğitim seviyesi ve kültürel farklar yüzünden birbirinden çok farklı öncelik ve özlemleri olan bir toplumun insan haklarına saygılı, demokratik ve bir o kadar da etkili bir metnin etrafında birleştirilmesidir. Bu tecrübe anayasaları çoğunlukla askerî darbeler sonrasında ve darbecilerin etkisiyle kaleme alınan, yıllar sonra ilk defa bu tip etkilerden uzak sivil bir anayasa isteyen Türkiye için çok değerlidir.

Burhan KUZU (Anayasa Komisyonu Başkanı):
Türkiye’de bu sorun anayasayla ilgili sorunlar maalesef 00 yıldır var. Şu an global sorunları tartışmamız gerekirken biz hala aAnayasayı tartışıyoruz. Vatandaşlarımız Anayasa kavramını bilmiyor. 1960’tan sonra 1961 A,Anayasası için “lüks anayasa”, “dar anayasa” denildi. 80’de bu tartışmalar yeniden gündeme geldi. İtirazlar başladı, herkes kısıtlandı. Neden yol alınmıyor? Çünkü anayasayı siviller yaparsa sivil olur sanıyoruz. Zihniyetin sivil olabilmesi için önce kafaların sivil olması lazım, bu durum kıyafet ya da rütbeden kaynaklanmıyor. Darbeye hepimiz karşıyız ama kişiler anayasayı kendine göre yorumluyor. 61 Anayasasına “bak iyi oldu” diyen kesimler oldu. İdam edilenlerin hak ettiğini düşünenler. 1982’de yine aynısı yaşandı. Bu kez farklı kesimlerden aynı tarz tepkiler alındı. Bizim önce bunu aşmamız lazım. Tekrar dile getiriyorum. Kıyafetlerin değil, kafaların sivil olması lazım.

Yeni ve sivil anayasa iki koşulda yapılabilir:
1) Olağanüstü hal olmamalı,
2) Konsensüs olmalı (oy birliği değil, çoğunluğun bir araya gelmesiyle).
Bu iki koşul da sağlanamadı maalesef. Doğru olan sıfırdan bir anayasa yapılması. Şu an anayasanın dili çok kötü. Çelişkilerle dolu. En azından dil düzeltilmelidir. Bu değişikliklerle mümkün olabilir mi? Ben bunu savundum, hiç olmazsa bunu yapalım. Bunda bile çok zorlandık iktidar partisi olarak. Bazı çevrelerce “Ak Parti başörtüsünü serbest bırakıyor, değişmez maddeler değiştirildi” denildi. ”Yeni anayasa kapalı kapılar arddında yapılıyor” denildi. Anayasa değişikliği yapılıyor diye darbe çağrısı mı yapılmalı ya da darbe mi yapılmalı? Bizim yaptığımız Adeğişiklikler bile büyük tepki oluşturdu. Yeni anayasa yapılması imkânsız hale geldi. En azından yeni anayasa hazırlansa referanduma gidilse halk belirlese… Fakat sonuçta yine Anayasa Mahkemesi tarafından denetleniyoruz. Beklenen nedir? Demokrat, sosyal, laik, hukuk devleti. Değişmez maddeler dikkate alınırsa, tüm anayasa maddeleri bu dört unsuru içinde barındırıyor. O zaman böyle bir anayasayı nasıl tamamen değiştirebiliriz?

Güney Afrika Cumhuriyeti Bayındırlık Bakanı Geoff DOİDGE:
“Biz Nasıl Sivil Anayasa Yaptık?”

Öncelikle bu çalışma için “Genç Siviller”e teşekkür ederim. Biz 1994’te bağımsızlığımızı kazandık. Demokrasi her yurttaşın sorumluluğudur. Sağlam bir toplum, demokratik, insan haklarını savunmayı bilen bireylerden oluşur. Sınıf ve ırk bizde hala belirleyici güç. Masum insanların hakları yeniyordu. Demokratik güçlerimiz saldırı altında. “İnsan Haksızlıkları”na tahammül edemeyen bir toplum buna dur demelidir. Anayasamız 1996’da kabul edildi ve bu bizim için tarihî bir noktadır. Biz Güney Afrika olarak özgürlük, eşitlik istiyoruz. Güney Afrika Cumhuriyetinin anayasasının en ilerici anayasa olmasını sağladık. 94’te ekonomimiz kötüydü. Bunlar bizim tavizlerimizle olmadı. Biz içimizdeki iyilik potansiyelini kabul ediyoruz. Anayasamızın kabulü Mandela’nın (Güney Afrika'nın seçimle iktidara gelen ilk devlet başkanıdır) serbest bırakılmasından sonra gerçekleşti. Bütün taraflar ortak amaç olan barış için uğraştı. Sürgün edilenler geri çağırıldı. İlk aşama kutsal ve bağlayıcı ilkeler oluşturmaktı. İkinci aşama seçimlerden sonra başlayacak, anayasa taslağı hazırlanacaktı. Bu çalışmalara 1994’te başlandı ve 97’de anayasamız ortaya çıktı. Sömürgeciliğin sonundan Apartheid rejimine kadar siyasi özgürlük bizden uzaktı. Bağımsızlık 1900’de kazanıldı. 1910’da ilk Güney Afrika Anayasası kabul edildi. Ancak siyasi sesimiz, hareket özgürlüğümüz yoktu. 1912’de Afrika Ulusal Kongresi kuruldu. Amacı renge dayalı ayrımcılığın ortadan kaldırılması ve siyahlara parlamentoda temsil ve oy hakkının verilmesi idi. Buna rağmen hükümet siyahların özgürlüklerini ve haklarını sınırlayan yasaları parlamentodan geçirmeyi sürdürdü.

1963’te beyaz rejim yeni anayasa getirdi ve ayrı parlamentolar kuruldu. Siyahların hakları ellerinden alındı. “Siyahlar hangi okulda okuyacak, nerede oturacak, hangi dilde eğitim görecek?” gibi konularda birçok kısıtlama getirildi. 1976’da dersler boykot edildi. Eğitimin ana dil olan Afrikaca olması istendi. Apartheid ideolojisinde “herkes eşit değil, beyaz üstün” deniliyordu. Oysa ulusal kişiliğin belirtisidir anayasa.

Yıllar sonra çok çaba ve destekle oluşturuldu anayasamız. Yoğun baskıların ardından büyük mücadelelerle ortaya çıktı. Uzlaşmazlığın en önemli sebebi yeni anayasa sürecine katılanlara uygulanan şiddetti. Bu süreçte iki partiden 40 üye öldürüldü, katliamlar yaşandı. İktidar çalışmaları sürdüremeyecek hale geldi. Herkesin istekleri yerine getirilemez tabiî ki. Her kesim bazı tavizler vermeli, kendinden ortak bir şeylerin çıkması için. Anayasanın kabulünde başkan Mandela halkın katılımını sağladı. Yüz yüze etkileşime girdi. Sivil toplum işin içine sokuldu. Herkese kulak verildi. Yolda durdurulup sıradan bir vatandaşa beklentileri soruldu ve inanın hepsi değerlendirildi. İki milyondan fazla beyan alındı. Dili tazelendi. Belgenin yaşayan bir doküman olması sağlandı. Anayasaya halk sahiplendi. Abartmıyorum, hem sahiplenme hem de aidiyet duygusu. Barış ve eşitlik içinde yaşamak için, herkese daha iyi bir hayat sunmak için tüm ülke sürece dâhil edildi. Anayasa yapılırken tavizler verilmesi gerekiyordu. Uzlaşma komisyonu kuruldu. İnsan hakları ihlalleri ile ilgili, ulusun geçmişine dair araştırmalar yapıldı.

Bu anayasa, bizim anayasamız, ayrımcılığa karşı ilk anayasadır. Üzerinde uzlaşılmış bir anayasadır. Bütün görüşmeler iyi niyetle yapıldı. Anayasayı yapanlarla iletişim, süreç kadar sonuç da önemli. Çok genç bir anayasamız var. Hala güçler çok önemli, kontrol altında tutulmasında sorunlar yaşıyoruz. Demokrasimiz çok hassas. Ama halk ve hükümet arasında iletişim gerekli. Anayasamız acılardan ortaya çıktı. Güney Afrika olarak kimliğimizi tamamlıyor. Liderimiz “Mandela” çok önemli.

Soru: Türkiye ile benzeşen sorunlarınız nelerdi, bize ne önerirsiniz?
Türkiye’deki sorunları çok iyi bilmiyorum ama biz kimsenin baskı altında kalmasına izin vermedik. Bütün insanlar eşittir. Biz bu ilkeye dayandık.

Soru: Medya süreci destekledi mi?
Medya çok hayatî bir rol oynadı. Bir taraf diğer tarafın haklarından mutsuzdu. Medya ile hükümet arasında olan biten her şey tartışıldı. Medya hükümetin de içindeydi, halkın evinin de. Tartışma imkânı sağladı. Oynadıkları rol bizim lehimizeydi.

Levent Köker (Gazi Üniversitesi): Türkiye’de sivil ve demokratik anayasaya acilen ihtiyaç olduğunu biliyorum ve düşünüyorum. Fakat biz ne istiyoruz? Mevcut anayasada değişiklik mi yoksa mevcut anayasanın yerine geçecek yeni bir anayasa mı? Bunu parlamento yapabilir. Kurucu iktidar halka aitti ve dolaylı olarak parlamentoya aitti.

Mustafa Erdoğan (Hacettepe Üniversitesi): Anayasa yapılmadan önce seçime gidilir. Partiler anayasa yapımı için kampanyalar yapmalıdır. Hukukun araçlarını kullanmadan önce kamu alanında tartışmaları başlatan, ilgilileri buluşturan bir konsensüse ihtiyaç vardır. Bu süreçlerde Anayasa Mahkemesinin sorun çıkarma ihtimali vardır. Bundan dolayı halkın oyuna ihtiyaç vardır.

Av. Aydın Erdoğan (Ankara Barosu): Biz neden anayasaya ihtiyaç duyuyoruz? Siyasetçilerimizin çoğu suçu cuntacılara atarak kurtulmaya çalışıyor. Hâlbuki bunların bugünden sorumlu tutulması lazım. Tartışmaların her türlü ceza yasasından muaf tutulacağı bir tartışma yasası gereklidir.

Cahit Özkan (Hukukçular Derneği): Bugüne kadar hep hukukçular anayasa yapmaya çalıştı. Sivil anayasa STK’larla daha iyi yapılır. Bu konuda sivil toplum kuruluşlarına ciddi görevler düşüyor. Tüm toplumsal güçlerin anayasaya katılımı sağlanmalı. Destek çalışmaları sürdürülmelidir. Muhalefet sürece katılmalı sürece katılmayanlar, STK’lar tarafından afişe edilmelidir.
Emine Doğan

İlk Film Gösterimimiz Gerçekleşti.



Bir adam ağacın altında uyuyormuş. Kafasına ceviz düşmüş. Adam da demiş ki ‘Neyse ki balkabağı değildi, yoksa ölürdüm.’ Bu hikaye sizi güldürmemiş olabilir. Ama Baktay adlı küçük bir kızı ilk duyduğunda güldürdü ve az sonra izleyeceğiniz filmde tekrar tekrar dinlediği bu hikayenin peşinden giden Baktay bu hikayeyi okuyabilecek kadar okuma öğrenmek için okul aramaya başlar. Sırf bu hikaye için evini terk eder, kardeşini evde yalnız bırakır. Utanç ünlü yönetmen ailesi Makhbalbafların küçük kızları Hana’nın ilk uzun metrajlı filmi.

Filmin orijinal adı : Buddha Collapsed Out of Shame-Buda Utancından Yıkıldı. Filmi adını veren baba Muhsin, “Bir heykel bile bütün bu şiddetten, insafsızlıktan ve bunların getirdiği çöküşten utanırdı.” diyor. Film, Afganistan’da Taliban dinamitlemeden önce (2001) yüzyıllardır dağın yamacında, kayaların içinde duran Buda heykellerinin olduğu yerde geçiyor. Filmdeki insanlar da o mağaraların kovuğunda yaşayanlar. Yeni gerçekçi üsluptaki, amatör oyuncuların kullanıldığı film Bamyan’da geçiyor ve altı yaşındaki Baktay’ı takip ediyor. Baktay’ın tek isteği okula gitmektir; ancak bu yolda, yoksulluk ve savaş oyunları oynayan oğlanlar gibi çok güçlü engelleri aşması gerekecektir. Burada oyun kavramına dikkat etmenizi istiyorum. Film Afganistan’da geçiyor ve Afgan halkının Taliban ve Amerika karşısındaki çaresizliğini anlatıyor ancak biz bugün filmi, daha genel anlamda Amerika ve İsrail’in Ortadoğu topraklarında oynadığı oyun açısından değerlendireceğiz.

Film Buda heykelinin yıkılmasıyla açılır. Baktay’ın annesi dereden su almaya gider. Kendisi de çok küçüktür ama kardeşine bakmak zorundadır. Bu arada komşu oğlu Abbas ders çalışmaktadır, ama annesi dışarı çıkmaması için ayağını bağlar. Dışarı çıkmak ister çünkü okuyabilmesi için ışık lazımdır. Burada ayağa bağlanan ipi aslında Afgan halkının sıkışmışlığı olarak yorumlayabiliriz. Dışarıdan korunmak için içeriye bağlanmışlardır ama iplerinden kurtulup dışarıya çıktıklarında Baktay gibi aydınlığı ararken Amerika’nın oyunlarına maruz kalmaktadırlar.

Baktay gördüğünüz gibi okula gidemeyen bir kız çocuğudur. Neden okula gidemediğini herhalde okulun uzaklığını görünce anlamışsınızdır. Aslında burada sadece doğu toplumlarında kızların okuma mücadelesine değil, hayatta kalma mücadelesine de şahit oluyoruz. Belki batılılar bu filme bu kadar ödül verirken, vah vah doğuda böyle işte kızlar okutulmuyor, ama bu kız cesaretiyle okula ulaşmayı başarıyor gibi bir anlam çıkarabilir. Ama olaya tarafsız gözle bakıldığında beklide annesi çocuğun hayatını kaybetmesindense okula gitmemesini tercih ediyor. Halbuki, okuyan başka kızlar var. Yani burada tamamen kızların okula gönderilmediğinden kimse bahsedemez. Sadece Afganistan için değil, bu savaşın kol gezdiği tüm topraklar için geçerli. Irak’ta anne olsanız her gün intihar saldırısının, patlamaların olduğu bir ortamda çocuğunuzun hayatta kalmasını mı yoksa okula gitmesini mi tercih edersiniz? Bu zor bir soru.

Baktay’ın Abbas’a o çok hoşuna giden ceviz hikayesini defalarca anlattığında okula gitme isteği depreşir. Defter ve kalemi yoktur, annesinden para istemek için yola çıkar ve Abbas’ın annesi gibi o da kardeşini iple bağlayarak yola koyulur. Annesini bulamaz, defter kalemin fiyatını öğrenir. Önce yumurta satmaya çalışır, yumurtalarından ikisi kırılır. Yumurtaları fırına satar, ekmek alıp onunla parasını kazanır. Ancak sadece deftere yeter parası. Aslında okula gitmesinin zor olduğunu şurada anlıyoruz. Evin yakınındaki pazara bile giderken çok korkar, dağın yüksekliğinden, yoldaki köpekten vs. Bulundukları ortam zordur küçük bir kız için. Burada ortam için de mutlaka eleştirilebilecek yanlar var gibi görünmektedir. Mağarada yaşamalarından dolayı acıyabilirler……

Defter ve kalem arasından defteri seçer. Annesinin rujunu kalem olarak alıp Abbas’la yola koyulur. Ama onu erkek okuluna almazlar. Kız okulunu aramaya başlar. Yolda uçan helikopteri sopalarla vurmaya çalışan çocuklarla karşılaşır. Taliban olduklarını söyleyip defterin yapraklarından uçak yaparlar.

Filmin bu kısmı, yani yarıdan fazlası buda heykellerinin enkazının olduğu bu bölgede geçer. Çocuklar budayı kendilerinin yok ettiklerini ve kızın yanında ruj olduğu için putperest olduğunu söyleyerek ona mezar kazarlar.

Ona bir daire çizip dışarı çıkmamasını söylerler. Kız kaçmaz, ama dairenin dışına çıkar, bir tane daha çizerler, bir tane daha ve sonunda kız o dairelerin içinde sek sek oynar. Bu da çok insani bir tavırdır. Arka arkaya çizilmiş daire bizde kare gören herkes orada sek sek oynamak isteyebilir refleks olarak.

Çocuklar onu mezara koyup taşlayacaklardır. Sonra başına kese kağıdı geçirip pusuda beklemeye başlarlar. Oraya gelen Abbas’ı tuzağa düşürürler. Amerikan casusu olduğu gerekçesiyle. Abbas onlardan kaçarken büyüyünce hepiniz öldüreceğim, der. Abbas, tuzağa düşmüştür, çamur içinde kalmıştır, çaresizdir tek hayali büyüyüp kendisini tuzağa düşürenlerden intikam almaktır. Ortadoğu’da yaşayan tüm çocuklar bu duyguyla büyümüyor mu? Şimdi çaresizim ama bir gün büyüyeceğim. Çünkü hiçbir çocuk yaşadıklarını unutmaz ne Amerika’nın tetiklediği iç savaşı ne de bizzat yaptıklarını.

Önlerine düşen uçurtmanın yanışını seyrederler. Baktay’ı mağaraya götürdüklerinde orada esir diğer kızları da görür. Çocuklardan kimisi Amerikalı, kimisi Talibandır. Sopaları, silah olarak tutarak birbirlerini öldürürler. Bu arada yolda buldukları kızları, basit nedenlerle mağarada esir tutarlar. Bu sahnede çok açık şekilde W. Bush dönemi Amerikasının unutulmaz, başa çuval geçirme hadiselerine atıfta bulunuyor yönetmen kese kağıtlarıyla. Buradaki ruj, meselesine daha sonra geleceğiz. Çocukların esir alınma nedenleri size komik ve saçma gelmiş olabilir. Oryantalist bir göz bu sahneden Taliban’ın ne kadar yobaz ve bağnaz olduğunu, kadınları nasıl bir bakış açısıyla esir ettiğini çıkarır. Ama biz bu saçmalığı yine 11 Eylül sonrası Batıda oluşan Müslüman korkusundan hatırlıyoruz. Her müslümanı potansiyel terörist gören, havaalanlarında sırf adı Muhammed diye, başörtülü, teni esmer, gözleri fazla kara diye insanlar günlerce havaalanlarında bekletildi, Irak’ta yolun ortasında askerler sırf eğlence olsun diye insanları durdurup insanlık dışı hareketlerle arayıp, onurlarını ayaklar altına almadı mı? Nedensiz saçma bir şekilde…. Hatta İranlı birkaç yönetmen
Bile festivale davetli olup hatta ödül almaya giderken havaalanlarında bekletildi. Komik ve saçma tıpkı kimsenin geçmediği yolda bekleyen trafik polisinin Baktay’ı yeşil ışıkta geçmesi için beklettiği gibi…

Baktay okulun yolunu güneşi takip ederek bulur. Burada da yine filmin başında Abbas’ın ders çalışmak için güneşe doğru gitmeye çalışmasını hatırlayarak güneşin okuma ve aydınlanma sembolü olarak kullanıldığını söyleyebiliriz.

Nihayet kızlar sınıfına geldiğinde kimse onu yanına almak istemez. Öğretmen yüzü tahtaya dönük olduğu için onu fark etmemiştir. Bu sahneleri yorumlamadan önce filmin belki de oyunculuk açısından kötü olan bölümü diyebiliriz. Burada çocuk oyuncu zaten oyuncu değil sadece bir çocuk olduğu için artık filmde oynamaktan sıkılmış mıdır bilinmez kameranın arkasından birilerine bakıyor, zorla oynuyor gibi. Burada oyunculuğun ya da yönetimin dağıldığını söyleyebiliriz.

Ancak Baktay’ın buradaki halinin çok hüzün verici olduğunu da söyleyebiliriz. Kimsenin yanına sığamaz, fazlalıktır. Zaten öğretilenlerden de bir şey anlamaz. Yarıdan başlamak, yabancılık, onun çaresizliğine katık olur. Yeni öğrenci olmak zaten yeterince kötü bir duyguyken buna zaten ait olmadığını bir okulda yeni olmak eklenince daha kötü olur. Defterin kağıtları burada da yırtılmaya devam eder.

Kızların ruj sürmesi konusuna gelirsek. Ruj burada modernizmi temsil ediyor. Oğlanların savaş oyunu oynaması gibi kızlar da bir anlamda moderncilik oynuyor. Çok komik görünüyorlar bir anlamda maskaraya dönüyorlar. Bunu da doğu toplumlarına empoze edilen modern kültürün bazı hallerde ne kadar iğreti durduğunu göstergesi olarak sayabiliriz.

Öğretmenin kovmasıyla Baktay o çok öğrenmek istediği hikayeyi boş deftere bakarak ezberden okur. Amacı o hikayeyi okuyabilecek kadar okuma öğrenmektir. Amacına ulaşmış olduğunu hissetmek için öğrenmiş gibi yapar.

Kendisini aramaya gelmiş olan Abbas’la eve giderken haydut çocuklar bu sefer Amerikalı olarak Baktay ve Abbas’ı esir alırlar. Terörist olarak gördükleri için ölmesini söylerler. Abbas yatar, ama Baktay kaçar. Ölmekte direnir. Abbas ölürse bırakacaklarını söyler. Burada harman yapan köylülerin yanına gier. Başlarında kese kağıdı vardır. Baktaya yardım etmezler. Burada köylüyeri Amerika ve israilin etkisi altında olan Müslüman halklar olarak görebiliriz. Tıpkı Mısır gibi, Arabistan gibi onlar da yanları başındaki Filistin’i Irak’ı görmezden gelmektedirler.

Peşini bırakmazlar. Baktay bağırır: “Artık oynamak istemiyorum. Bırakın beni!” Ama nafile, onu dinlemezler ve aralarında Amerika’nın Ortadoğu topraklarında oynadığı savaş oyununu en iyi özetleyen replikler sarfedilir:

Baktay: Savaş oyunu oynamayı sevmedim.
Haydut çocuklar: Sen teröristsin. Ölmeden eve dönemezsin.
Haydut çocuklar: Öl hadi.
Baktay: Savaş oyununu sevmiyorum.
Haydut çocuklar: Sen teröristsin. Ölmeden eve
dönemezsin. Öl hadi.
Abbas: Baktay, öl! Ancak ölürsen özgür olabilirsin!

“Baktay öl! Ölürsen özgür olabilirsin!” Daha fazla direnemeyen Baktay, çaresiz, toprağa yığılır. Irak’ta Filistin’de Afganistan’da hayatını kaybeden binlerce insan çaresiz toprağa yıkılır. Ancak öyle özgür olabileceklerdir. Zaten şansları da olmamıştır evlerine düşen bombadan kaçmanın. Ama biz Amerika’nın, İsrail’in bu savaş oyunundan çok sıkıldık ve artık oynamak istemiyoruz!!!

Hana Makhmalbaf, şiir gibi bu filmiyle, yeni kuşak sinemacıların dünyanın daha yaşanır bir yer haline gelmesine ilişkin umutlarımıza bir kez daha su serpti. Yeni filmlerini heyecanla bekleyeceğiz.
Zeynep Zelan

Kanal A Sinema Yorumcusu